Bilişsel Bilimler Elkitabı Taslağı: 5. Bölüm
Bilişsel Bilimlerden Önce Bilimle ve Bilim Felsefesiyle Hesaplaşmak
İçindekiler (Alt Başlıklar)
- Giriş
- Popper: Doğrulamacılığı Arka Kapıdan İçeri Alan Bir Toptan Silmeci
- Kuhn: Bilim Öldü, Yaşasın Bilim!
- Amerikan Bilimciliği: Bilimin Bittiği An (B.B.A.)
- BBA 1) Araştırmacı Etiği ve Üzerinden Ekmek Kazanılan Bir Zanaat Olarak Bilim
- BBA 2) Bilim-Sermaye ve Bilim-Ordu İlişkisi
- BBA 3) Denklerin Değerlendirmesi
- BBA 4) Çekmece Yanılgısı
- BBA 5) Paradigmaların İflası
- BBA 6) Merkezkaç Araştırmacılarına Karşı Kör Olmayan Değerlendirme
- BBA 7) Kendi Kendine Konuşan Bilimciler
- BBA 8) Özneyi Silmek
- BBA 9) Bilişsel Bilimler: Okur-Yazarlığın Buyurganlığı
- BBA 10) Karakutu
- Sonuç: Bilim Bunalımdayken Bilişsel Bilimleri Konuşmak
Giriş
Bilişsel bilimlerin temel ayaklarından biri, bilim felsefesi. Çeşitli bilimleri aynı çatı altında toplayan bilişsel bilim(ler), tek bir bilim olabilir mi? Olmalı mı? Yoksa, belli belirsiz, sınırları pek de çizilmemiş bir kavramsal çerçeve olarak mı varlığını sürdürecek?
Bu soruların yanıtlanması, bilişsel bilimleri ilgilendirmekle kalmıyor, bilim felsefesine de önemli katkılar sağlıyor.
Bu sorulara yanıt arayanlardan biri, bilişsel bilimleri birarada tutanın, açıklamada yalınlık olması gerektiğini söylüyor. Bu görüş, yeni değil. Felsefede Occamın Usturası olarak bilinen ilke, gerekmedikçe varlık sayısını arttırma demektedir. Ancak, bu yaklaşımın çeşitli sorunları vardır. Bir açıklamanın yalınlığını o açıklamanın nesnel bir özelliği olarak ele almaktadır. Oysa, hiçbir açıklama, açıklama yapan kişideki dünya modelinden bağımsız olarak yalın ya da karmaşık değildir. Ayrıca, ölçüt, yalınlık olduğunda; en bilimsel açıklamaların halkbilgisi açıklamaları olması gerekir. Yansı hastalıklarını cinle açıklamak, sinirbilimle açıklamaktan daha yalındır.
Bilişsel bilimler, bilim tarihinde büyük patlama olarak görülebilir: Önce felsefe vardı, çok yoğuşuktu. Bilgi alanları uzun süre genişledi. Şimdi bilişsel bilimler örneğinde olduğu gibi yine (olumlu anlamda) daralıyor. Bilişler bilimler, bu yeni yoğuşmada tek değil. Birleşen diğer alanlardan bazıları şunlar: Ekin çalışmaları; Avrasya çalışmaları; Avrupa Birliği Çalışmaları; Bilim, Kılgıbilgisi ve Toplum Çalışmaları.
Popper: Doğrulamacılığı Arka Kapıdan İçeri Alan Bir Toptan Silmeci
Bilimsel çevrelerde en çok destek bulan bilim felsefesi, Popperın bilim felsefesi olduğu için, Popperın yaklaşımına ayrı bir yer ayırıyoruz: Birçok kavramsal çerçeve gibi, Popperın bilim felsefesi de, daha önceki çeşitli görüşlere bir tepki olarak doğmuştur. 17 yaşında Marksçı olmuş, ancak daha sonra, Avusturyalı Marksçıların bilim adına atıp tutmalarını onaylamayan (örneğin, bilim göstermektedir ki, devrim, sınıfsal koşulların en olgun olduğu İngilterede gerçekleşecektir) Popper, Marksçılıkın ve Freudçulukun bilimsel olmadığını düşünüyordu. Bu düşüncesini temellendirmek için başlı başına bir bilim felsefesi ortaya koydu. Bu bilim felsefesinin en temel kavramı, yanlışlanabilirlik kavramıdır. Poppera göre, bir önermenin bilimsel olabilmesi için, görgül (empirik) içeriğinin olması, diğer bir deyişle, sınanabilir olması gerekir. Bu ikisi, yanlışlanabilirlik kavramını tanımlayan özelliklerdir. Dolayısıyla, Tanrı vardır ya da Tanrı yoktur gibi bir önerme, bilimsel olamaz; çünkü bu önermeyi sınayabilmek olanaklı değildir.
Popperın tepki duyduğu ikinci çerçeve, doğrulama çerçevesidir. Evrensel önermelerin bilimselliği noktasında, bir bakışımsızlık (asimetri) yer almaktadır: Bir evrensel önermeyi yanlışlamak için tek bir örnek yeterlidir. Popperın ünlü örneği şudur:
Birinci kuğu beyaz. İkinci kuğu beyaz. Üçüncü kuğu beyaz.
...
N. kuğu beyaz
Bu nedenle, bütün kuğular beyazdır.
Bu akıl yürütme, beyaz olmayan tek bir kuğu bulunursa yanlışlanır. Bütün kuğular beyazdır gibi bir önerme, sınanabilme koşullarını kendi içinde barındırmaktadır: Tek tek kuğulara bakmak. Ancak, bir insan, yaşamı boyunca ne kadar beyaz kuğu görürse görsün, bu önermenin yanlış olma olasılığı her zaman vardır. Demek ki bu önerme, siyah bir kuğu görülene dek doğrudur.
İlk bakışta zekice görünen yanlışlanabilirlik kavramı, bilim felsefesindeki tümevarım (induction) sorununu çözer görünmektedir. Ancak, gerçekte, bu sorunu, arka kapıdan içeriye almaktadır. Şöyle ki, diyelim ki elimizde, iki kuram var. Hangisi daha bilimsel? Poppera göre, daha az yanlışlanmış olan, daha bilimsel. Diğer bir deyişle, Popperın yaklaşımı, kuramlar arasında seçim yapmak gerektiğinde, tümevarım sorunundan kurtulamıyor. Ayrıca, en fazla yanlışlanabilen, en bilimsel olsaydı; o zaman, iki elma ile üç elma, toplanınca beş elma ediyor önermesi, en bilimsel önerme olacaktı. Ama bu, bize, dünyaya ilişkin olarak çok az şey söylüyor. Dahası, Popperın yaklaşımı, sınanmış ve (henüz) yanlışlanmamış bir kuramla, hiç sınanmamış bir kuram arasında değerlendirme yapmamızı sağlayacak bir ölçüt sunmuyor.
Popperın Marksçılıka eleştirisi, düşünsel olmaktan çok, duygusal olmuştur. Kuramı, kendi yaşamında, önce Marksçı olmasının daha sonra Marksçıların karşısında durmasının etkisini taşımaktadır. Öte yandan, yansıçözümleyimcilere eleştirisi, bilim felsefesine önemli bir katkıdır: Diyelim ki, bir adam, bir nehrin kıyısında oturuyor. Birdenbire ırmakta bir çocuk görülüyor. Çocuk, boğulmak üzere. Soru şu: Bu adam, çocuğu kurtarmaya çalışır mı çalışmaz mı? Poppera göre, yansıçözümleyim, bu soruya tümsözel (totolojik) dolayısıyla boş bir yanıt veriyor. Adam, çocuğu kurtarırsa; yansıçözümleyim, gördünüz mü, adam, çocuğu kurtardı çünkü aşağılık karmaşası var. Aşağılık karmaşasını bu biçimde aşıyor diyor; adam, çocuğu kurtarmazsa; yansıçözümleyim, gördünüz mü, adam, çocuğu kurtarmadı, çünkü aşağılık karmaşası var. Aşağılık karmaşasını aşamadığı için çocuğu kurtarmadı. diyor. Dolayısıyla, Poppera göre, yansıçözümleyim, bu noktada, bilimsel olmaktan çıkmaktadır. Öndeyi gücü yoktur. Olay olduktan sonra, aynı gerekçeyi yani aşağılık karmaşasını iki durumda da ileri sürmektedir. Popperın bu eleştirisinde haklı olduğunu düşünüyoruz. Gündelik yaşamda, -ne yazık ki- yansıbilimcileri içermek üzere çoğumuz, bir insanın belli davranışları için de, tersi davranışları için de, amma kompleksli demekten geri durmayız. Bu, bilimsel değildir.
Gerçek yaşamdan başka bir örnekle, bu noktayı açalım: 2003 yılında, Taylandda Türkçe, İngilizce ve Tayca olarak yayınlanacak bir sanat dergisi çıkarmayı düşünüyorduk. Adıyla ilgili tartışma, ayları buldu. Hint ya da Çin söylenlerinden bulduğumuz çok güzel adlar vardı. Ancak, bu adları vermek, özellikle de derginin Asyada çıkacağı düşünüldüğünde, ister istemez, milliyetçilik yapmak olacaktı. Bu nedenle, insanlığın ortak tarihinden bir ad aradık ve sonunda bulduk. İnsanlık tarihinde ilk tarih kitaplarından biri olarak geçen, Anabasis. Onbinlerin dönüşü anlamına gelen Anabasis, İsadan Önce 401de, Persler üstüne sefere giden ve bozguna uğrayan Elen ordusunun geri çekilme öyküsüydü. Sefere katılanlardan biri olan Zenofon, geri çekilirken gördükleri halkları ve yöreleri anlatmaktaydı. Zenofonun güncesi, günümüzden 2500 yıl öncesinin Anadolusunu anlatıyordu. Bu adı ve öyküsünü duyurduğumuz okurlardan biri, öfkeleyle şöyle yazmıştı: Taylandda Türkçe çıkan bir derginin adının Yunanca olması, aşağılık kompleksinin belirtisidir. Gerçekte, Popperın verdiği örnekteki gibi, Taylandda Türkçe çıkan bir dergiye Yunanca ad vermek de kompleks belirtisi sayılabilir; Türkçe ad vermek de. Hatta ne ad verirseniz verin, her durumda kompleksin bir belirtisidir denilebilir. Oysa, Anabasis, insanlığın ortak mirasıdır.
Aşağılık karmaşası, Popperın dediği gibi, bilimsel olmayan bir kavramdır. Günümüzde, benlik saygısı (self-esteem) kavramı da böyle bir nitelik kazanmıştır. Her tür olay için, yansıbilimciler, bu, benlik saygısından kaynaklanıyor demektedirler. Şiddete eğilimli olanları da olmayanları da aynı benlik saygısıyla açıklamaktadırlar.
Popperın aşağılık karmaşasıyla ilgili görüşleri doğru olmakla birlikte, bu örneği yansıçözümleyimin tümüne genellemesi kabul edilemez. Bilim ve düşünce tarihinden, Popperın bilim anlayışına uymuyor diye yansıçözümleyimi atmaya kalkarsak, geriye pek bir şey kalmaz. Yansıçözümleyim, içinde, bilimsel olmayan öğeler barındırmakla birlikte, son derece üretken ve açıklama gücü son derece yüksek görüşler ortaya atmıştır. Özellikle Erich Fromm örneğindeki gibi, yansıçözümleyimi toplum ölçeğine uygulayan yaklaşımlar, zihin açıcı denence (hipotez) hazineleri olarak sınanmayı ve tartışılmayı beklemektedir.
Popperın Marksçılıka eleştirisi ise, yukarıda belirtildiği gibi, duygusaldır; ancak, Popperın bu eksik gedik bilim anlayışı, Marksçılık karşıtlarının Marksçılıkı toptan reddetmek için kullandıkları bir araç durumuna getirilmiştir. Aynı biçimde, kendisinde cinsel dürtülerin güçlü olduğunu kabule yanaşmaya insanlar ve tutucular, Popperın Freud eleştirisine, düşünyapısal (ideolojik) nedenlerle, dört elle sarılmışlardır.
Oysa, ne Popperın bilim felsefesi, felsefe tarihindeki tek bilim felsefesidir ne de eleştirilere yanıt verebilmiştir. Popperın Marks ve Freud eleştirisine en güçlü yanıt, Duhem-Quine Bütünlük Savı olarak adlandırılmaktadır. Bu sav, şöyledir: Kuramları sınamanın yolu yoktur. Onun yerine, kuramların küçük küçük parçaları, önerme olarak sınanmaktadırlar. Bir kuramdan çekilmiş bir önermenin yanlış olması, bütün kuramın yanlış olduğunu göstermez. Bu durumda, ya önerme yanlıştır ya kuram yanlıştır ya da ölçüm ve sınama için kullanılan yardımcı önermeler yanlıştır. Dolayısıyla, gerçekte, burada, Popperın yaklaşımı, tümevarım sorunundan yara almaktadır. Popperın yaklaşımı, bir kuramın ne zaman bilimdışı sayılabileceğini gerçekte söyleyememektedir. Popperın yaptığı tek şey, bilimdışı olduğunu düşündüğü örnekler sıralamaktır. Önerdiği bilim felsefesiyle, bilimsel olanla bilimsel olmayanı ayırt etmek, olanaklı görünmemektedir. Yine Marks örneğine dönersek, Marksın İngilterede devrim olacağı öndeyisinin tutmaması, Marksçı yaklaşımın tümüyle yanlış olduğunu göstermez. Freudçu yaklaşım için de aynısını söyleyebiliriz.
Popperın yaklaşımıyla birlikte anılan işevuruk (operational) tanım kavramı ise, başka sorunlara yol açmaktadır. İşevuruk tanım, bir konunun doğrudan sınanabilmesine olanak sağlayan tanımdır. Örneğin, içedönük insanlar, büyük öbeklerde pek konuşmazlar önermesi, işevuruk olarak şöyle yazılabilir: Eysenck Kişilik Sorudemetinde şu puvan ve altını alanlar, deneysel ortamda, belli bir konuyu tartışmak için biraraya gelmiş 10 insanın arasındayken, yarım saatte 3 kereyi aşmayacak biçimde söz alırlar. Evet, bu, böylece, sınanabilir bir önerme oldu. Ancak, koyduğumuz koşullar, gerçekte, genelleme yapmamızı engelleyecek denli darlaştırıcı. Birincisi, burada, amacımız, gündelik yaşamı açıklamaksa, insanları doğal ortamlarından koparıp deneysel ortama koymak, bulgularda, ciddi fark yaratmaktadır. İkincisi, ele alınan konu, çok önemlidir. Tartışma konusu, bulgularda büyük farklar yaratacaktır. Kimisi, Dünya Kupası üstüne konuşmak ister; kimisi de Avrupa Birliğine giriş süreciyle ilgili uzmanlığını konuşturmak ister. Konu örnekleri çoğaltılabilir. Üçüncüsü, burada, yetersiz özgülleştirme (underspecification) görülmektedir: İçedönüklerin alacağı 3ten az sayıdaki söz, eşit olarak mı değerlendirilecektir? 5 dakikalık konuşmayla 10 saniyelik konuşmayı aynı kefeye koymak, doğru mudur? Çok sayıda soru sorulabilir. Sonuç şu: Marksçılık ve Freudçulukun yöntemlerinin Popperın savunduğu yönteme çeşitli noktalarda, üstünlükleri de bulunmakta. Biri, iyi; diğeri, kötü değil.
Marksın İngilterede devrim olacağını söylemesi, yalnızca, tarih ya da koşul belirtmediği zaman, yanlışlanamaz sayılabilir. Yoksa, birisi çıkıp İngilterede Dünya Savaşında sonra, şu şu koşullar gerçekleşirse, devrim olacak diyorsa; bu, bilimsel bir öngörüdür. Yanlış olması, bilimsel olmadığını da değil, tersine, yanlışlanabilir olduğunu gösterir. Bu da, zaten, Popperın bilimsellik ölçütüydü. Aynı biçimde, Poppera göre yıldız falcılığı, bilim değildir; çünkü yanlışlanamaz önermeler ileri sürmektedir. Oysa, tersine, yıldız falcıları, yanlışlanabilir önermeler ileri sürmektedirler: O gün yaşayacaklarınıza ilişkin olarak öndeyilerde bulunmaktadırlar. Öndeyilerinin yanlış olması, bilimsel olmadıklarını göstermez. Popper, bu ve benzeri eleştirilere karşı, yanlışlanabilirlik, bir kuramın bilimsel olup olmadığını gösterir; bir kuramın geçerli olup olmadığı ayrı bir konu diyerek savunmaya geçmiştir. Oysa, bu savunma da, Popperın kuramını kurtarmamaktadır. Popperın bilim felsefesi de yanlışlanabilir değildir. Popperın bilim felsefesi, yanlışlanabilirlik yaklaşımının hangi koşullarda yanlış sayılabileceğini içermemektedir. Dahası, toplumsal bilimler için, yanlışlanamaz bir ilke getirmiştir. Popperın getirdiği Ussallık İlkesine göre, insanın her davranışının kendince bir nedeni vardır. Toplumsal bilimler için böyle yanlışlanamaz bir ilke koymaya gerek duyması bir yana; Popperın toplumsal bilimlerdeki izleyicilerinin, sanki Popper, bu ilkeyi ortaya atmamış gibi davranmaları, bilimin yanlışlanmaya ne kadar açık olduğunu da göstermektedir.
Ayrıca, veri, kuram-bağımsız değildir. Hangi kuramdan baktığımız, birincisi neyi veri sayıp neyi saymayacağımızı vb. belirler. Poppercı bir yansıbilimci, bu, bilimdışı diye kestirip attığı alanda kaçırdığı önemli ve zengin ayrıntıları dikkate almayarak, kendinden emin sonuçlara elbette ulaşabilir. Ancak, bu durumda, anlattığı, insan değil; kuramıyla yarattığı dünya olur.
Popper, bilim olanla olmayanın sınırlarını çizmeyi hedeflemiştir. Yukarıda belirtildiği gibi, Popperın bilim felsefesi, bilimciler arasında en yaygın kabul görmüş yaklaşımdır. Bu yaygınlığın birinci olarak düşünsel bir nedeni vardır: Önerdiği kavramlar, bilimcilerin kabul etmelerine daha elverişli kavramlar olmuştur. Bu yaygınlığın ikinci nedeni, bilimcilerin günümüzde yaşadıkları kimlik bunalımıdır. Bilimcilerin çoğu, insanların insanca yaşamalarına engel olan sorunlara çözüm üretmemekte; kitlelerin boşinançlardan sıyrılıp daha ussal bir halkbilgisi oluşturmalarında yardımcı olmamaktadır. Çünkü kendileri de o boşinançlardan sıyrılabilmiş değillerdir. Popper, bu bilimcilere, bir kimlik oluşturma aracı sağlamıştır. Toplumların can alıcı sorunlarına getirilen üniversite dışı yanıtlara bu bilimciler, burun kıvırmaktadırlar. Nasılsa Popper, konu ne olursa olsun, neyin bilimsel olup neyin olmadığını kendilerine söylemektedir.
Sonuç olarak, şu canalıcı soruya nasıl yanıt vereceğiz?: Ne bilim ne bilim değil? Popperınki gibi bir yaklaşım getiremiyorsak, neyin bilim olup neyin olmadığına nasıl karar vereceğiz? Tek tek olaylara bakarak. Örneğin, sindilizi (Sinirsel Dilbilimsel İzlenceleme (NLP)) inceleyeceğiz. Buna, Popperınki gibi indirgemeci, genel ilkelerle değil, incelediğimiz konunun sunduğu kendi değerlendirme ölçütleriyle bakacağız. Ve bilimin tek başına mantığın değil aynı zamanda toplumsal süreçlerin de bir ürünü olduğunu akılda tutacağız.
Kuhn: Bilim Öldü, Yaşasın Bilim!
Popper, bilimi mantık açısından ele alırken, Kuhn, toplum ve tarih açısından ele almıştır. Kuhn, bilim tarihine baktığında, sürekli yinelenen şöyle bir döngü gözlemlemiştir:
Düzgüsel (normal) bilim à Bunalım à Devrim à Düzgüsel bilim
Düzgüsel bilim evresinde, bilimciler, belli bir paradigma çevresinde toplanırlar. Paradigma, genel olarak, bilimciler arasında şu konularda belli bir uzlaşmanın sağlanmış olması olarak tanımlabilir: Temel kuramlar, alandaki sorunlar, yöntemler, bir alandaki sorunu çözmenin kabul edilebilir yolları, bir bilimci adayının bilimci olabilmesi için alması gerekli eğitim (içeriği, biçimi vb.) vb.
Düzgüsel bilim evresinde, bilimciler, alanın temel konularında oydaşıma (consensus) sahiplerdir. Bilim, yapboz çözmektir. Her paradigmanın üzerine çalışılmaya değer bulduğu birtakım sorunları vardır. Bu sorunlar, ilk başta paradigma için tehdit değildir. Ancak, bir süre sonra bu sorunlar birikir ve yeni bir paradigma gerekir. Kuhnun paradigma değişimi için verdiği ünlü örnek, Batlamyus gökbiliminden Kopernik gökbilimine, diğer bir deyişle; Dünyayı evrenin özeği sayan yaklaşımdan, Güneşi Güneş Dizgesinin özeği olarak gören yaklaşıma geçiştir. Birinci bölümde ele aldığımız simgesel yaklaşımdan bağlantıcı yaklaşıma geçiş, bilişsel bilimlerde, Kuhnun ileri sürdüğü türden bir paradigma değişimine örnektir.
Kuhna göre paradigmanın dört öğesi vardır: (1) Ortak simgesel genellemeler, (2) Ortak bir gerçeklik modeli, (3) Kabul edilebilir yöntemlere ilişkin ortak değerler, (4) (Ders kitaplarında görülen) Örnek sorular. Bir öğrencinin bilimci oluşu, mantıksal süreçler sonucu değil, bu öğeleri özümsemesi sonucu gerçekleşir.
Kuhna göre paradigmalar, karşılaştırılamazdır; çünkü her paradigma, kendi kavramlarını yaratmaktadır ve bu kavramlar, yalnızca paradigma içinde anlamlıdırlar. Dolayısıyla, sözgelimi, davranışçı yaklaşımla, bilişsel yaklaşımı karşılaştırmak olanaklı değildir. Bu görüşün doğal sonucu, bilim tarihinin hep daha ileriye giden bir tarih değil, kesikli bir tarih olduğu bakışıdır. Dolayısıyla, bu yaklaşımına göre, bilişsel paradigma, davranışçı paradigmadan üstün değildir.
Peki paradigma değişimi nasıl olur? Paradigma değişimi, siyasal bir süreçtir. Bilimcilerin çoğunluğu ya ikna olurlar ya da ikna olmayanlar öldükten sonra yeni kuşaklar, yeni paradigmayla yetişirler. Davranışçı paradigmadan bilişsel paradigmaya geçiş de bu biçimde olmuştur.
Amerikan Bilimciliği: Bilimin Bittiği An (B.B.A.)
Amerikan bilimciliğini bilimin bittiği an olarak tanımlamamızın çok sayıda nedeni var. Bu nedenlerin, bugün bilimsel dergi olarak adlandırılan dergilerde yayınlanan bilimsel makalelerden kuşku duymak için yeterli olduğunu düşünüyoruz.
BBA 1) Araştırmacı Etiği ve Üzerinden Ekmek Kazanılan Bir Zanaat Olarak Bilim
Dünya, ne yazık ki, dolandırıcı kaynıyor. Genleriyle oynanmış ürünleri yiyip yemediğimizi bilemediğimiz gibi, aynı biçimde, bilimsel araştırmaların sonuçlarıyla oynanıp oynanmadığını da bilemiyoruz. Amerikan bilimciliği, Amerikada çıkmış olmakla birlikte, dünyanın dört bir yanında yer etmiştir. Araştırmacıların aylıklarını ve demek ki geçimlerini bilimsel dergilerde yayınlatabildikleri makalelere ipotek eden Amerikan bilimciliği, gerçekte, bilimin ölümüne yol açmıştır. Neden? Çünkü araştırmacılar, Amerikan üniversite düzenine göre, makale yayınlatamadıklarında, işlerine son verilmektedir. Yumuşak üniversite düzenlerinde ise, makale yayınlatamadıklarında, akademik yükseltme alamamaktadırlar. Böyle olunca, araştırmacılar da, her mantıklı insanın düşünebileceği gibi, birtakım sahtekarlıklar yapmaktadırlar. Elde ettikleri verilerle oynayarak, bilimsel dergilerde yayınlanabilecek türden veriler uydurmaktadırlar. 9 Haziran 2005te Nature Dergisinde yayınlanan bir raporda, adsız olarak yapılan bir araştırmada, araştırmaya katılan dirimsel-tıp (bio-medikal) bilimcilerin üçte birinin veriler üzerinde sahtekarlık yaptığının ortaya çıktığı belirtilmektedir. Bu bilimcilerin % 15i, fon veren kurumun baskılarıyla, araştırmalarının yöntemini ve bulgularını değiştirdiklerini belirtmektedir. Bu bulgular, çoktan beridir, çeşitli ortamlarda dile getirilen sıkıntıları gözler önüne sermektedir. Amerikan fonlama anlayışı nedeniyle, bilim insanları, bilim değil yalan üretmeye zorlanmaktadırlar ve daha acısı, bilimsel dergilerde yayınlananların hangilerinin yalan olduğunu ve ne kadarının yalan olduğunu bilemiyoruz. Bu araştırmanın sonuçları, Dizelge 1de özetlenmektedir: (Burada sayılmayan sahtekarlıktan biri de, hakemli dergilerin hakemlerinin henüz yayınlanmamış bir makaledeki görüşleri çalıp o görüşleri ilk kendisi ortaya atmış gibi göstermesidir. Bu tür olayların sayısı, hiç de az değildir. Bilimcileri yarışmacı olarak gören bir akademik dünyada, başka türlüsü de beklenemezdi.)
1. Veri uydurmak | %0.3 |
2. Katılımcı seçme koşullarını dikkate almamak | % 0.3 |
3. Araştırmanın sonuçlarına göre ürün geliştiren şirketlerle bağlantısını gizlemek | %0.3 |
4. Öğrencilerle, katılımcılarla ve müşterilerle kuşku uyandıran ilişkilerde bulunmak | % 1.4 |
5. İzin almadan ya da adını anmadan başkasının düşüncelerini kullanmak | % 1.4 |
6. Araştırmayla ilgili gizli kalması gereken kişisel bilgileri açıklamak | % 1.7 |
7. Daha önceki araştırmalarıyla çelişen verileri sunmamak | % 6.0 |
8. Katılımcı seçmede daha az önemli özellikleri dikkate almamak | % 7.6 |
9. Başkalarının hatalı verilerini ve kuşku verici yorumlamalarını görmezden gelmek | % 12.5 |
10. Fon veren kurumun baskılarıyla, araştırmanın yöntemini ve bulgularını değiştirmek | % 15.5 |
11. Aynı veriyi ya da bulguları iki ya da daha fazla yayında bastırmak | % 4.7 |
12. Makale yazarlıklarını uygunsuz bir biçimde dağıtmak | % 10.0 |
13. Makalelerde ya da önerilerde, yöntemin ya da sonuçların ayrıntılarını bilinçli olarak koymamak | % 10.8 |
14. Yetersiz ya da uygun olmayan araştırma desenleri kullanmak | % 13.5 |
15. İçinden gelen sese dayanarak, gözlemleri ya da verileri, çözümlemeden çıkarmak | % 15.3 |
16. Araştırmalarla ilgili yetersiz kayıt tutmak | % 27.5 |
Dizelge 1. (Ad Verilmeden Yapılan Bir Araştırmada) Aşağıdaki Davranışları Sergilediklerini Belirten Bilimcilerin Yüzdeleri (Katılımcı Sayısı= 3,247). Kaynak: Martinson, Anderson ve de Vries (2005).
Amerikan bilimciliğinin bilimin bittiği an olması olgusuna en safdilli yanıt, bilimcilere etik dersi verilmiyor; onun için, bilim değil yalan üretiyorlar. Toplumsal duyarlılıkları yok. Bilimci adaylarına, en azından bundan böyle, üniversitelerde, etik dersi verilmelidir demektir. Dünyada milyonlarca insan, evsiz ve açken ve başka insanlar, tek bir sözleriyle dünya piyasalarını allak bullak ederlerken, bilimcilere yalan söylemeyin demek, evsizlere sizin eviniz yok mu? Hadi bakalım evinize demek gibi birşeydir. Nasıl ki evsizlerin gidecek evi yoktur, bilimcilerin de varolan fonlama anlayışıyla, yalan söylemekten başka yapacak birşeyleri kalmamıştır. Evsizlik ve yalan makaleler üretmek, birbirlerinden bağımsız değildir; aynı toplumsal düzenin ürünleridir.
BBA 2) Bilim-Sermaye ve Bilim-Ordu İlişkisi
Günümüzün bilim yayıncılığı, hayalet profesörlük diye bir kavram yaratmıştır. Hayalet profesörler, ilaç şirketlerinden para alıp adlarını satan profesörlerdir. İlaç şirketleri, kendi ilaçlarının reklamını hayalet profesörlerin adlarını kullanarak yapmaktadırlar. Şirket, kendi ilaçlarını öven bir makale yazmakta; başa, profesörün adını yazmakta ve profesöre ad parası ödemektedir. Tıp dergileri, böylece, ilaç reklamı kitapçıklarına dönmüştür.
Bu noktada, bilişsel bilimlerde de benzer yol ayrımları yaşanmıştır. Siyasal olarak sol bir muhalif olan Chomsky, bilişsel bilimlerde çığır açan çalışmalarını, Amerikan Donanmasının sağladığı fonlarla yapmıştır. Amaç, sözlü komut vererek çalışabilecek silahlar yapmak ve böylece Sovyetlerle yarışabilmekti. Bu nedenle, Chomskynin çalışmaları, özel bir önem taşıyordu. İnsan dilinin altyapısını çözmek, sözlü komut vererek çalışabilecek silahlarının yapmakta önemli bir başlangıç olacaktı.
BBA 3) Denklerin Değerlendirmesi (Peer Review)
4 Temmuz 2005te The Guardianda yayınlanan haberde, saygın bilim dergisi The British Medical Journalda 25 yıl değerlendirmeci olarak yer almış Richard Smithin görüşlerine yer verilmekteydi. Smith, denklerin değerlendirmesi kavramının bilimin temeli olduğunu kabul etmekle birlikte, bu kavramdan kuşku duyulması gerektiğini bildiren görüşlerini dile getirmekteydi. Smithe göre, Britanya Tıp Dergisi, artık, ilaç şirketlerinin reklam kitapçığı olmuştur. Dergi, gelirinin büyük bir bölümünü, ilaç şirketlerinin bağışlarından ve sürdürümlerinden (abonelik) sağlamaktadır. Örneğin, bir kanser özeğine (merkez) giden kanserli hastaların ölüm oranının gitmeyenlere göre daha düşük olduğu bulgusu yayınlanmıştır. Ancak, bu bulgunun doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Hastaların özeğe gidip gitmemesinin ölüm oranına bir etkisi bulunmamaktadır.
Denklerin değerlendirmesi, çığır açıcı çalışmalarının yayınlanmasını engellemektedir. Gerçekte, denkler, belli bir alanda uzmanlaştıkları için, onların değerlendirmesi, yanıltıcı olabilmektedir. Kendileri gibi düşünenlerin ve aynı varsayımları paylaştıkları araştırmacıların makalelerinin yayınlanma olasılığı daha yüksektir. Richard Smith, tıp dergileriyle gazeteler arasında pek de bir fark olmadığını ileri sürmektedir. İkisi de, parasal kaygılarla belli konulara belli biçimlerde yer vermektedir.
Eşitlerin iletişimi, tek taraflı olamaz. Bir bilimsel derginin değerlendirmecileri, bir makaleyi, yazarlara çeşitli sorular yöneltmeden reddediyorlarsa; bu, onların bilimin gerektirdiği türden konuşma yanlısı değil, vaaz verme yanlısı olduklarını gösterir. Değerlendirmecilerin istediği iletişim, ne yazık ki, vaaz iletişimidir. Kendilerine yayınlanmak üzere yazılar gelir; onlar da, başpapaz gibi, hangi metinlerin kutsal sayılıp basılacağını belirlerler.
BBA 4) Çekmece Yanılgısı
Bilimsel dergiler, baskın olan kuramların öngörüleri dışında bulgulara ulaşan çalışmaları yayınlamamaktadırlar. Bu nedenle, bilimsel dergilerde, baskın olan kuramların desteklendiği çok sayıda makale görülmektedir. Oysa, dergi değerlendirmecilerinin kaç makaleyi baskın kuramın öngörüleriyle uyuşmuyor diye çekmeceye koyduğunu bilmemekteyiz. Dolayısıyla, bir kuramı destekleyen 100 makale olsa da, bu, kuramın güçlü olduğunu göstermez. Belki de çekmecede, o kuramı desteklemeyen 200 makale var. Bilim, cemaatçilikten sıyrılıp Eski Çağdaki eleştirel niteliğini yeniden kazandığında, çekmeceler açılacak ve daha fazla dergi çıkması pahasına, çekmeceler tümüyle boşalacak. Yine de, böyle bir durumda bile, şöyle bir sorunla karşılaşılacaktır: Her çalışmayı diğerleriyle eşit ağırlıkta değerlendirmek ne kadar doğru? Kimi çalışmalarda daha güçlü bir kuramsal altyapı ve daha etkili bir yöntem olabilir. Daha az güçlü çalışmalara ağırlık olarak diyelim ki 1 katsayı versek, daha güçlü bir çalışmaya da aynı katsayıyı vermek ne kadar doğru? Bu sorular, bilimsel dünyada henüz çok da yerleşmemiş olan öte-çözümleyim (meta-analiz) yönteminin az çok yanıt verebildiği sorular. Ancak, öte-çözümleyim gibi güçlü bir yaklaşım bile, ne kadar formül getirirse getirsin, çekmece yanılgısının gölgesinde kalacaktır.
BBA 5) Paradigmaların İflası
Yukarıda belirtildiği gibi, bilim, gerçekte, bir cemaat etkinliğidir. Bilim çevrelerinin çoğunun kabul ettiği kuramlar, o kuramları destekleyen milyonlarca sayfayı doğurmaktadır. Zaten Kuhnun paradigma yaklaşımı doğruysa, kabul gören kuramlara destek olan çok sayıda düzgüsel bilim makalesi olması gerekir. Ama paradigma değişimi sırasında hepsi çöpe gidiyor. Örnek: Bağlantıcı devrimden önce, simgesel yaklaşımın insan modellemeye en elverişli yaklaşım olduğu ileri sürülüyordu. Yetmişlerin sonuna dek, bu, tartışılmaz bir gerçekti. O zamanlar birine sorulsa, simgesel yaklaşımdan kuşku duymak, bilimin dışına çıkmak anlamına geliyordu. Ama sonra bağlantıcı yaklaşım geldi ve bu bilim sınırını sorguladı. Sonuç ne? Bir bilim alanındaki kuramları değerlendirirken, daha eleştirel bakmak gerekiyor. Bir makalenin bilimsel bir dergide yayınlanması, makalenin bilimsel; dayandığı kuramınsa doğru olduğunu göstermez. Gerçek şu ki, Kuhnun da belirttiği gibi, yenilik getiren bir makalenin, yaygın kuramdan yana bir makaleye göre, yayınlanma olasılığı daha düşüktür. Örneğin, kaos kuramını ortaya atanlar, makalelerini yıllarca hiçbir yerde yayınlatamadılar. Sonunda, kendi dergilerini kurup orada yayınladılar.
Bir makalenin yayınlanmasının tek nedeni, bilgifelsefel değildir; paradigma anlamında siyasal süreçler ve büyük ölçekli anlamıyla siyasal süreçler devreye girmektedir.
BBA 6) Merkezkaç Araştırmacılarına Karşı Kör Olmayan Değerlendirme
Richard Smithin denklerin değerlendirmesi ile ilgili çekincelerine, Gerry McKiernan (2004), Avrupa ve Amerika dışından gelen makalelere yapılan ayrımcılığı da eklemektedir.
Bir bilimsel dergiye makale teslim edilirken, yazar adı gibi özel bilgiler, yalnızca ilk sayfada yer alır. Makale, derginin değerlendirmecilerine teslim edilirken, bu ilk sayfa çıkarılır. Amaç, değerlendirmenin yazarın kimliğinden etkilenmemesidir. Oysa, bir makaleyi kimin yazdığını bilmeseniz bile, bunu bulmak oldukça kolaydır. Kaynakçada, makale içerisinde gönderme yapılmış yayınlar olarak yer alan kaynakların en az bir tanesinin yazarlardan en az birine ait olma olasılığı çok yüksektir. Bilimsel yayınların çoğunda, yazar, daha önce yaptığı çalışmalara gönderme yapmaktadır. Ama Amerika ve Avrupa dışından araştırmacıların makalelerinde, bu durum, bir yandan daha belirgindir, bir yandan da araştırmanın gönderildiği ülkeyi ister istemez açığa çıkarmaktadır. Nasıl mı? Araştırmacı, makale içinde, ya araştırma için fon sağlayan kuruma teşekkür etmektedir ve bu kurumun adında, makalenin gönderildiği ülkenin adı geçmektedir ya araştırmanın yapıldığı yer geçmektedir ya da anadili İngilizce olmayan yazarlar, dil yanlışlarıyla Amerika ve Avrupa dışından olduklarını ister istemez duyumsatmaktadırlar.
Toplumsal bilimler alanındaki makaleler için bu durum, daha belirgindir: Toplumsal bilim araştırmacıları, araştırmalarındaki katılımcıların hangi ülkeden olduklarını yazmakta; dünyada kullanılan bir sınamanın (test) uyarlaması gibi bir durum sözkonusuysa, verinin hangi dil için toplandığını belirtmektedirler. Bütün bu nedenlerle, Amerika ve Avrupa kaynaklı bilimsel dergilerin merkezkaç araştırmacılarının makalelerine bakışı, yanlı olmakla kalmamakta, ayrımcı olmaktadır. Avrupalı ve Amerikalı araştırmacıların birbirinin aynısı ve eksik gedik makaleleri yayınlanırken; Avrupa ve Amerika dışındaki araştırmacılara, çalışmalarının özgün olmadığı gibi sudan nedenler gösterilmektedir. Madem amaç, özgün araştırma basmaktı; daha önce niye birbirinin aynısı makaleler basıyorlar
Dahası, özellikle Amerikalı araştırmacılar, Amerika dışındaki araştırmacıların makalelerine bakıp İngilizcen berbat. Sen bu İngilizceyi nereden öğrendin gibi aşağılayıcı yanıtlar verebilmektedirler. Bu değerlendirmecilerin çoğunun tek bildiği dil, İngilizcedir. Başdeğerlendirmecilerin bu hakaretleri araştırmacıların önüne rapor diye koymaları, çok sık olmaktadır. Ayrıca, Amerika ve Avrupa dışından beklenmedik bulgular çıktığında, değerlendirmeciler, kuşku duymakta; bu araştırmacılar, bilimsel yöntemi [ne demekse!] iyi bilmiyorlar. Bu sonuçlar ondan böyle çıkmıştır demektedirler.
Dolayısıyla, Amerika ve Avrupa dışından araştırmacılara yanlı ve ayrımcı davranan bilimsel dergilerin, bilimin uluslarüstü ortak ülküsünü temsil ettiklerini söylemek, inandırıcı olmamaktadır.
BBA 7) Kendi Kendine Konuşan Bilimciler
Birçok bilim alanında, bilimsel makaleler, tek yönlü bir iletişim çerçevesinde yazılmaktadır. Çoğunlukla, araştırmacı, kendi görüşlerine destek olan diğer araştırmacıları anmaktadır. Belli bir araştırmacının makalelerini okuyanlar, o alanda çalışanların çoğunun aynı görüşte olduğunu sanmaktadır. Tek yönlü iletişim çerçevesindeki bu makaleler, böyle yanlış izlenimler doğurmaktadır. Bu yanlış izlenim yaratımının bilişsel bilimlerdeki en uç örneği, Steven Pinker ve Dan Slobin ikilisinde görülmektedir. Pinker, dilbilimi, sözdizimden (sentaks) ibaret olarak görmektedir. Slobin ise, dilbilimi toplumsal kurum ve süreçlerin bir ürünü olarak görmektedir. Pinker, yayınlarında, Slobini anmamakta; Slobin de Pinkerı anmamaktadır. Aynı konularda çalışan ikili, karşısında oldukları düşünsel okulu anmayarak bilimsel düşünceye zarar vermektedirler. Bilim, yüzyıllardır, Platonun yapıtlarındaki eleştirel gücü yitirmiş bir biçimde, gün geçtikçe kemikleşerek yoluna devam etmektedir. Tartışmalı olan bulgular, tartışmasızlarmış gibi, ders kitaplarına konulmaktadır. Bilişsel bilimlerin en nitelikli ve güçlü yapıtlarının ise, karşılıklı konuşma biçiminde ya da makale-yorum-yoruma yanıt-yanıta yanıt vb. biçiminde oluşturulmuş çalışmalar olduğu görülmektedir.
BBA 8) Özneyi Silmek
Amerikan bilimciliği, nesnel olma savıyla, bilimden özneyi silmiştir. Bilimin nesnel olduğu ileri sürülmektedir. Sovyetlerin çöküşünden sonra, bu nesnelcilik oyunu, iyi niyetli birçok bilim insanını da saflarına katmayı başarmıştır. Bu bakışa göre, bilimde düşünyapı (ideoloji) diye bir şey yoktur. Bilimci, yansızdır. Ne görüyorsa onu betimlemektedir. Bu yaklaşım, bilişsel bilimlere de yansımıştır. Cyc çalışması, gündelik bilgileri modellemeyi amaçlamaktadır. Oysa, birden fazla dünya görüşü olamayacağı varsayımına dayanmakta, bilişsel bilim çalışmalarında bile, özneyi silmektedir.
BBA 9) Bilişsel Bilimler: Okur-Yazarlığın Buyurganlığı
Bilişsel bilimler ve özellikle yansıbilim, kuramlarını, üniversite öğrencileri üzerinde yaptıkları deneylere dayanarak oluşturmuşlardır. Öğrenciler, doğal olarak, okur-yazardır. Okur-yazarlarla, okumaz-yazmazlar arasında bilişsel olarak önemli farklar bulunmaktadır. Ayrıca, değişik abeceleri olan dilleri konuşanların okur-yazarları da kendi içlerinde bilişsel olarak ayrılmaktadırlar. Sözcükleri resimlerle yazan ve bu nedenle Osmanlıca yazıyı çok hızlı çözen Japonyalılarla, Latin harfleri kullanmaları nedeniyle Osmanlıca yazıyı sökmekte zorlanan Türkiyeliler arasında büyük bilişsel farklar bulunmaktadır. Ne yazık ki, ünlü SOARı da içermek üzere birçok bilişsel bilim modeli, bu tür bilişsel ayrımları dikkate almadığı gibi, insanların yaşla birlikte ilerlemesini de dikkate almamıştır. Dolayısıyla, şimdiye dek adı konmasa da, insanbilimi bilişsel bilime teğet geçtiğini düşünüp kovan yaklaşımlar, insanı değil, Amerikalı üniversite öğrencilerini modellemeye çalışmaktadır. Oysa, Moğolistan bozkırlarında dolaşan göçebe de Amerikalı üniversite öğrencisi kadar insandır.
BBA 10) Karakutu
Çevrede ileri bir kılgıyapı (teknoloji) var. Ama insanlar altyapısını bilmiyor. Gerçekte, fizikötesi açıklamalarla Japon yapıyor abi demenin bir farkı yok. Bu karakutu olgusu, bilimde de kendini duyumsatıyor. Yeni kuşak bilimciler, herşeyi bilgisayarla yaptıklarından, işin iç yapısının farkında olmuyorlar. Örneğin çok az yansıbilimci, yaygın olarak kullanılan sayılama izlencesi SPSSin altında yatan matematiksel varsayımları biliyor. Çok çok az yansıbilimci, SPSSin yaptığı çözümlemeleri elde yapabiliyor. O zaman, SPSS kullanmakla, cep telefonu kullanmak arasında ne fark var? Bu karakutu olgusu, mühendislik alanlarında bile görülüyor. Ellerinde bir katalogla ya da geçen bölümde sözünü ettiğimiz Çince odası komut kitabıyla klavyeyi kullanıyorlar.
Sonuç: Bilim Bunalımdayken Bilişsel Bilimleri Konuşmak
Birinci bölümde, bilişsel bilimlerin genel olarak yedi alandan oluştuğunu belirmiştik: Dilbilim, insanbilim, sinirbilim, felsefe, bilgisayar mühendisliği ve bilgisayarbilim, eğitbilim ve yansıbilim. Bilimin kimlik sorunlarını bir yana bırakırsak; bu alanların nasıl birarada tutulacağı, ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum, devlet yapısına benzetilebilir. Bu benzetmeye göre, olası seçenekler şunlardır:
(1) İndirgemecilik (Milliyetçilik): Yedi alan, tek bir alana indirgenebilir. Sözgelimi, gerçekte sinirbilim diye ayrı bir alan yok; tüm bu sayılanlar, gerçekte, dilbilimin koludur denebilir.
(2) Parçacılık (Özerklik): Yedi alanın, çakışmayan alanları bulunmaktadır. Ama diğer bilimlerle karşılaştırıldıklarında (uluslararası ilişkiler), benzerlikleri farklılıklarından daha fazladır. denebilir.
(3) Ayrıksıcılık (Birlikçilik): Yedi alanın ortaklıkları, benzerliklerinden değil komşu olmalarından ileri gelmektedir. Ortada (Avrupa Birliği? gibi) ayrı bilimler var; bunları biraraya getirmek olanaklı değil. denebilir.
(4) Karmacılık (Çifte Yurttaşlık): Yedi alanın kombinasyonlarından karma alanlar oluşturulabilir. Örneğin, sinirsel dilbilim, yansısal insanbilim vb. Ama çifte karmaların ötesine pek geçilmez.
(5) Bilişselcilik (Dünya Yurttaşlığı): Bilişi çalışan her alan, kökenleri ne olursa olsun bilişsel bilimlerin içindedir denebilir.
Bilişsel bilimler alanında çalışanlar, bu beş seçenek arasında gidip gelmektedir. Bu seçeneklerden biri seçilse bile, yukarıda belirtilen nedenlerle, bilimin neliği üstüne bitmez bir tartışmayla karşı karşıya kalınacaktır. Bilişsel bilimler, insan gerçeğini dört bir yandan kavramak üzere yola çıkmıştır. Ortada keşfedilecek bir gerçek değil de her bir paradigmanın yarattığı gerçeklerin olması, bilişsel bilimleri sarsıcı nitelikte bir olgudur. Bilişsel bilimler, kaçınılmaz olarak, disiplinerarası ve disiplinlerüstü çalışma çağrısını (burada ilk kez dile getirdiğimiz) yaşamlararası çağrıyla desteklemek zorunda kalacaktır. Amaç, insanı anlamaksa, bilişsel bilimci, komşu bir alanın uzmanından elde edemeyeceği bilgileri, sokağa inerek, insanlarla konuşarak edinecektir. O zaman belki bilişsel bilimler de kabuk değiştirip kendini bilişsel bilimler olarak değil de bilişsel çerçeve olarak adlandırmayı yeğleyecektir. Böylece, üniversiteler dışında gelişen ve döngüde olan bilgileri de bilgi dağarcığına katabilecektir.
Kaynakça
Adam, A. (2000). Deleting the subject: a feminist reading of epistemology in artificial intelligence. Minds and Machines, 10, 231-253.
Boseley, S. (4 Temmuz 2005). Medical journal peer reviews exposed as a flawed practice. The Guardian.
Chater, N. ve Vitanyi, P. (2003). Simplicity: a unifying principle in cognitive science? TRENDS in Cognitive Sciences, 7(1), 19-22.
Gezgin, U. B. (2005a). Aaa! bu burç sayfasında yazanlar, tam beni anlatıyor! ya da Barnum Etkisi üzerine. http://ulas.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=14&Itemid=28
Gezgin, U. B. (2005b). Yabancılaşma ama kimin neye yabancılaşması? http://www.btdunyasi.net/index.php?module=corner&corner_id=106&cat_id=22
http://ulas.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=294&Itemid=27
Gezgin, U. B. (2005c). Kara Kutu/ Başlarken. http://ulas.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=12&Itemid=27
Martinson, B. C., Anderson, M. S. ve de Vries, R. (2005). Scientists behaving badly. Nature, 435, 737-738.
McKiernan, G. (2004). Peer review in the internet age: five (5) easy pieces. Against the Grain, 16(3), 52-55.
Thagard, P., (2004). "Cognitive science", in The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Winter 2004 Edition), Edward N. Zalta (ed.), http://plato.stanford.edu/archives/win2004/entries/cognitive-science
Thornton, S. (2005), "Karl Popper", in The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer 2005 Edition), Edward N. Zalta (ed.). http://plato.stanford.edu/archives/sum2005/entries/popper/
Yazının özgün adresi: http://ulas.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=337&Itemid=28