Bilişsel Bilimler Elkitabı Taslağı: 5. Bölüm

0
FZ
Ulaş Başar Gezgin'in "Bilişsel Bilimler" ile ilgili ilk 4 makalesini daha önce yine burada, FM'de yayınlamıştık. Araştırmacının makale dizisinin 5. bölümünü yine sizinle paylaşıyoruz. Bu seferki ana konu: "Bilişsel Bilimlerden Önce Bilimle ve Bilim Felsefesiyle Hesaplaşmak"

Gezgin, bu yazısında bilim felsefesi tarihinin önemli anlarından ve isimlerinden bahsedip eleştiriler getiriyor, bilişsel bilimlerin bundan böyle nasıl bir yol izleyebileceğine dair öneriler sunuyor. Hep birlikte okuyup tartışalım...

Bilişsel Bilimler Elkitabı Taslağı: 5. Bölüm

Bilişsel Bilimlerden Önce Bilimle ve Bilim Felsefesiyle Hesaplaşmak

İçindekiler (Alt Başlıklar)

  • Giriş
  • Popper: Doğrulamacılığı Arka Kapıdan İçeri Alan Bir Toptan Silmeci
  • Kuhn: “Bilim Öldü, Yaşasın Bilim!”
  • Amerikan Bilimciliği: Bilimin Bittiği An (B.B.A.)
  • BBA 1) Araştırmacı Etiği ve Üzerinden Ekmek Kazanılan Bir Zanaat Olarak Bilim
  • BBA 2) Bilim-Sermaye ve Bilim-Ordu İlişkisi
  • BBA 3) Denklerin Değerlendirmesi
  • BBA 4) Çekmece Yanılgısı
  • BBA 5) Paradigmaların İflası
  • BBA 6) Merkezkaç Araştırmacılarına Karşı Kör Olmayan Değerlendirme
  • BBA 7) Kendi Kendine Konuşan Bilimciler
  • BBA 8) Özneyi Silmek
  • BBA 9) Bilişsel Bilimler: Okur-Yazarlığın Buyurganlığı
  • BBA 10) Karakutu
  • Sonuç: Bilim Bunalımdayken Bilişsel Bilimleri Konuşmak

Giriş

Bilişsel bilimlerin temel ayaklarından biri, bilim felsefesi. Çeşitli bilimleri aynı çatı altında toplayan bilişsel bilim(ler), tek bir bilim olabilir mi? Olmalı mı? Yoksa, belli belirsiz, sınırları pek de çizilmemiş bir kavramsal çerçeve olarak mı varlığını sürdürecek?

Bu soruların yanıtlanması, bilişsel bilimleri ilgilendirmekle kalmıyor, bilim felsefesine de önemli katkılar sağlıyor.

Bu sorulara yanıt arayanlardan biri, bilişsel bilimleri birarada tutanın, açıklamada yalınlık olması gerektiğini söylüyor. Bu görüş, yeni değil. Felsefede ‘Occam’ın Usturası’ olarak bilinen ilke, “gerekmedikçe varlık sayısını arttırma” demektedir. Ancak, bu yaklaşımın çeşitli sorunları vardır. Bir açıklamanın yalınlığını o açıklamanın nesnel bir özelliği olarak ele almaktadır. Oysa, hiçbir açıklama, açıklama yapan kişideki dünya modelinden bağımsız olarak yalın ya da karmaşık değildir. Ayrıca, ölçüt, yalınlık olduğunda; en bilimsel açıklamaların halkbilgisi açıklamaları olması gerekir. Yansı ‘hasta’lıklarını cinle açıklamak, sinirbilimle açıklamaktan daha yalındır.

Bilişsel bilimler, bilim tarihinde büyük patlama olarak görülebilir: Önce felsefe vardı, çok yoğuşuktu. Bilgi alanları uzun süre genişledi. Şimdi bilişsel bilimler örneğinde olduğu gibi yine (olumlu anlamda) daralıyor. Bilişler bilimler, bu yeni yoğuşmada tek değil. Birleşen diğer alanlardan bazıları şunlar: Ekin çalışmaları; Avrasya çalışmaları; Avrupa Birliği Çalışmaları; Bilim, Kılgıbilgisi ve Toplum Çalışmaları.

Popper: Doğrulamacılığı Arka Kapıdan İçeri Alan Bir Toptan Silmeci

Bilimsel çevrelerde en çok destek bulan bilim felsefesi, Popper’ın bilim felsefesi olduğu için, Popper’ın yaklaşımına ayrı bir yer ayırıyoruz: Birçok kavramsal çerçeve gibi, Popper’ın bilim felsefesi de, daha önceki çeşitli görüşlere bir tepki olarak doğmuştur. 17 yaşında Marksçı olmuş, ancak daha sonra, Avusturyalı Marksçılar’ın bilim adına atıp tutmalarını onaylamayan (örneğin, “bilim göstermektedir ki, devrim, sınıfsal koşulların en olgun olduğu İngiltere’de gerçekleşecektir”) Popper, Marksçılık’ın ve Freudçuluk’un bilimsel olmadığını düşünüyordu. Bu düşüncesini temellendirmek için başlı başına bir bilim felsefesi ortaya koydu. Bu bilim felsefesinin en temel kavramı, yanlışlanabilirlik kavramıdır. Popper’a göre, bir önermenin bilimsel olabilmesi için, görgül (empirik) içeriğinin olması, diğer bir deyişle, sınanabilir olması gerekir. Bu ikisi, yanlışlanabilirlik kavramını tanımlayan özelliklerdir. Dolayısıyla, “Tanrı vardır” ya da “Tanrı yoktur” gibi bir önerme, bilimsel olamaz; çünkü bu önermeyi sınayabilmek olanaklı değildir.

Popper’ın tepki duyduğu ikinci çerçeve, doğrulama çerçevesidir. Evrensel önermelerin bilimselliği noktasında, bir bakışımsızlık (asimetri) yer almaktadır: Bir evrensel önermeyi yanlışlamak için tek bir örnek yeterlidir. Popper’ın ünlü örneği şudur:

Birinci kuğu beyaz.
İkinci kuğu beyaz.
Üçüncü kuğu beyaz.

...

N. kuğu beyaz

Bu nedenle, bütün kuğular beyazdır.

Bu akıl yürütme, beyaz olmayan tek bir kuğu bulunursa yanlışlanır. “Bütün kuğular beyazdır” gibi bir önerme, sınanabilme koşullarını kendi içinde barındırmaktadır: Tek tek kuğulara bakmak. Ancak, bir insan, yaşamı boyunca ne kadar beyaz kuğu görürse görsün, bu önermenin yanlış olma olasılığı her zaman vardır. Demek ki bu önerme, siyah bir kuğu görülene dek doğrudur.

İlk bakışta zekice görünen yanlışlanabilirlik kavramı, bilim felsefesindeki tümevarım (induction) sorununu çözer görünmektedir. Ancak, gerçekte, bu sorunu, arka kapıdan içeriye almaktadır. Şöyle ki, diyelim ki elimizde, iki kuram var. Hangisi daha bilimsel? Popper’a göre, daha az yanlışlanmış olan, daha bilimsel. Diğer bir deyişle, Popper’ın yaklaşımı, kuramlar arasında seçim yapmak gerektiğinde, tümevarım sorunundan kurtulamıyor. Ayrıca, en fazla yanlışlanabilen, en bilimsel olsaydı; o zaman, “iki elma ile üç elma, toplanınca beş elma ediyor” önermesi, en bilimsel önerme olacaktı. Ama bu, bize, dünyaya ilişkin olarak çok az şey söylüyor. Dahası, Popper’ın yaklaşımı, sınanmış ve (henüz) yanlışlanmamış bir kuramla, hiç sınanmamış bir kuram arasında değerlendirme yapmamızı sağlayacak bir ölçüt sunmuyor.

Popper’ın Marksçılık’a eleştirisi, düşünsel olmaktan çok, duygusal olmuştur. Kuramı, kendi yaşamında, önce Marksçı olmasının daha sonra Marksçılar’ın karşısında durmasının etkisini taşımaktadır. Öte yandan, yansıçözümleyimcilere eleştirisi, bilim felsefesine önemli bir katkıdır: Diyelim ki, bir adam, bir nehrin kıyısında oturuyor. Birdenbire ırmakta bir çocuk görülüyor. Çocuk, boğulmak üzere. Soru şu: Bu adam, çocuğu kurtarmaya çalışır mı çalışmaz mı? Popper’a göre, yansıçözümleyim, bu soruya tümsözel (totolojik) dolayısıyla boş bir yanıt veriyor. Adam, çocuğu kurtarırsa; yansıçözümleyim, “gördünüz mü, adam, çocuğu kurtardı çünkü aşağılık karmaşası var. Aşağılık karmaşasını bu biçimde aşıyor” diyor; adam, çocuğu kurtarmazsa; yansıçözümleyim, “gördünüz mü, adam, çocuğu kurtarmadı, çünkü aşağılık karmaşası var. Aşağılık karmaşasını aşamadığı için çocuğu kurtarmadı.” diyor. Dolayısıyla, Popper’a göre, yansıçözümleyim, bu noktada, bilimsel olmaktan çıkmaktadır. Öndeyi gücü yoktur. Olay olduktan sonra, aynı gerekçeyi yani aşağılık karmaşasını iki durumda da ileri sürmektedir. Popper’ın bu eleştirisinde haklı olduğunu düşünüyoruz. Gündelik yaşamda, -ne yazık ki- yansıbilimcileri içermek üzere çoğumuz, bir insanın belli davranışları için de, tersi davranışları için de, “amma kompleksli” demekten geri durmayız. Bu, bilimsel değildir.

Gerçek yaşamdan başka bir örnekle, bu noktayı açalım: 2003 yılında, Tayland’da Türkçe, İngilizce ve Tayca olarak yayınlanacak bir sanat dergisi çıkarmayı düşünüyorduk. Adıyla ilgili tartışma, ayları buldu. Hint ya da Çin söylenlerinden bulduğumuz çok güzel adlar vardı. Ancak, bu adları vermek, özellikle de derginin Asya’da çıkacağı düşünüldüğünde, ister istemez, milliyetçilik yapmak olacaktı. Bu nedenle, insanlığın ortak tarihinden bir ad aradık ve sonunda bulduk. İnsanlık tarihinde ilk tarih kitaplarından biri olarak geçen, ‘Anabasis’. ‘Onbinlerin dönüşü’ anlamına gelen Anabasis, İsa’dan Önce 401’de, Persler üstüne sefere giden ve bozguna uğrayan Elen ordusunun geri çekilme öyküsüydü. Sefere katılanlardan biri olan Zenofon, geri çekilirken gördükleri halkları ve yöreleri anlatmaktaydı. Zenofon’un güncesi, günümüzden 2500 yıl öncesinin Anadolusu’nu anlatıyordu. Bu adı ve öyküsünü duyurduğumuz okurlardan biri, öfkeleyle şöyle yazmıştı: “Tayland’da Türkçe çıkan bir derginin adının Yunanca olması, aşağılık kompleksinin belirtisidir.” Gerçekte, Popper’ın verdiği örnekteki gibi, Tayland’da Türkçe çıkan bir dergiye Yunanca ad vermek de kompleks belirtisi sayılabilir; Türkçe ad vermek de. Hatta ne ad verirseniz verin, her durumda “kompleksin bir belirtisidir” denilebilir. Oysa, Anabasis, insanlığın ortak mirasıdır.

Aşağılık karmaşası, Popper’ın dediği gibi, bilimsel olmayan bir kavramdır. Günümüzde, benlik saygısı (self-esteem) kavramı da böyle bir nitelik kazanmıştır. Her tür olay için, yansıbilimciler, “bu, benlik saygısından kaynaklanıyor” demektedirler. Şiddete eğilimli olanları da olmayanları da aynı benlik saygısıyla açıklamaktadırlar.

Popper’ın aşağılık karmaşasıyla ilgili görüşleri doğru olmakla birlikte, bu örneği yansıçözümleyimin tümüne genellemesi kabul edilemez. Bilim ve düşünce tarihinden, “Popper’ın bilim anlayışına uymuyor” diye yansıçözümleyimi atmaya kalkarsak, geriye pek bir şey kalmaz. Yansıçözümleyim, içinde, bilimsel olmayan öğeler barındırmakla birlikte, son derece üretken ve açıklama gücü son derece yüksek görüşler ortaya atmıştır. Özellikle Erich Fromm örneğindeki gibi, yansıçözümleyimi toplum ölçeğine uygulayan yaklaşımlar, zihin açıcı denence (hipotez) hazineleri olarak sınanmayı ve tartışılmayı beklemektedir.

Popper’ın Marksçılık’a eleştirisi ise, yukarıda belirtildiği gibi, duygusaldır; ancak, Popper’ın bu eksik gedik bilim anlayışı, Marksçılık karşıtlarının Marksçılık’ı toptan reddetmek için kullandıkları bir araç durumuna getirilmiştir. Aynı biçimde, kendisinde cinsel dürtülerin güçlü olduğunu kabule yanaşmaya insanlar ve tutucular, Popper’ın Freud eleştirisine, düşünyapısal (ideolojik) nedenlerle, dört elle sarılmışlardır.

Oysa, ne Popper’ın bilim felsefesi, felsefe tarihindeki tek bilim felsefesidir ne de eleştirilere yanıt verebilmiştir. Popper’ın Marks ve Freud eleştirisine en güçlü yanıt, ‘Duhem-Quine Bütünlük Savı’ olarak adlandırılmaktadır. Bu sav, şöyledir: Kuramları sınamanın yolu yoktur. Onun yerine, kuramların küçük küçük parçaları, önerme olarak sınanmaktadırlar. Bir kuramdan çekilmiş bir önermenin yanlış olması, bütün kuramın yanlış olduğunu göstermez. Bu durumda, ya önerme yanlıştır ya kuram yanlıştır ya da ölçüm ve sınama için kullanılan yardımcı önermeler yanlıştır. Dolayısıyla, gerçekte, burada, Popper’ın yaklaşımı, tümevarım sorunundan yara almaktadır. Popper’ın yaklaşımı, bir kuramın ne zaman bilimdışı sayılabileceğini gerçekte söyleyememektedir. Popper’ın yaptığı tek şey, bilimdışı olduğunu düşündüğü örnekler sıralamaktır. Önerdiği bilim felsefesiyle, bilimsel olanla bilimsel olmayanı ayırt etmek, olanaklı görünmemektedir. Yine Marks örneğine dönersek, Marks’ın İngiltere’de devrim olacağı öndeyisinin tutmaması, Marksçı yaklaşımın tümüyle yanlış olduğunu göstermez. Freudçu yaklaşım için de aynısını söyleyebiliriz.

Popper’ın yaklaşımıyla birlikte anılan işevuruk (operational) tanım kavramı ise, başka sorunlara yol açmaktadır. İşevuruk tanım, bir konunun doğrudan sınanabilmesine olanak sağlayan tanımdır. Örneğin, “içedönük insanlar, büyük öbeklerde pek konuşmazlar” önermesi, işevuruk olarak şöyle yazılabilir: “Eysenck Kişilik Sorudemeti’nde şu puvan ve altını alanlar, deneysel ortamda, belli bir konuyu tartışmak için biraraya gelmiş 10 insanın arasındayken, yarım saatte 3 kereyi aşmayacak biçimde söz alırlar.” Evet, bu, böylece, sınanabilir bir önerme oldu. Ancak, koyduğumuz koşullar, gerçekte, genelleme yapmamızı engelleyecek denli darlaştırıcı. Birincisi, burada, amacımız, gündelik yaşamı açıklamaksa, insanları doğal ortamlarından koparıp deneysel ortama koymak, bulgularda, ciddi fark yaratmaktadır. İkincisi, ele alınan konu, çok önemlidir. Tartışma konusu, bulgularda büyük farklar yaratacaktır. Kimisi, Dünya Kupası üstüne konuşmak ister; kimisi de Avrupa Birliği’ne giriş süreciyle ilgili uzmanlığını konuşturmak ister. Konu örnekleri çoğaltılabilir. Üçüncüsü, burada, yetersiz özgülleştirme (underspecification) görülmektedir: İçedönüklerin alacağı 3’ten az sayıdaki söz, eşit olarak mı değerlendirilecektir? 5 dakikalık konuşmayla 10 saniyelik konuşmayı aynı kefeye koymak, doğru mudur? Çok sayıda soru sorulabilir. Sonuç şu: Marksçılık ve Freudçuluk’un yöntemlerinin Popper’ın savunduğu yönteme çeşitli noktalarda, üstünlükleri de bulunmakta. Biri, iyi; diğeri, kötü değil.

Marks’ın İngiltere’de devrim olacağını söylemesi, yalnızca, tarih ya da koşul belirtmediği zaman, yanlışlanamaz sayılabilir. Yoksa, birisi çıkıp “İngiltere’de Dünya Savaşı’nda sonra, şu şu koşullar gerçekleşirse, devrim olacak” diyorsa; bu, bilimsel bir öngörüdür. Yanlış olması, bilimsel olmadığını da değil, tersine, yanlışlanabilir olduğunu gösterir. Bu da, zaten, Popper’ın bilimsellik ölçütüydü. Aynı biçimde, Popper’a göre yıldız falcılığı, bilim değildir; çünkü yanlışlanamaz önermeler ileri sürmektedir. Oysa, tersine, yıldız falcıları, yanlışlanabilir önermeler ileri sürmektedirler: O gün yaşayacaklarınıza ilişkin olarak öndeyilerde bulunmaktadırlar. Öndeyilerinin yanlış olması, bilimsel olmadıklarını göstermez. Popper, bu ve benzeri eleştirilere karşı, “yanlışlanabilirlik, bir kuramın bilimsel olup olmadığını gösterir; bir kuramın geçerli olup olmadığı ayrı bir konu” diyerek savunmaya geçmiştir. Oysa, bu savunma da, Popper’ın kuramını kurtarmamaktadır. Popper’ın bilim felsefesi de yanlışlanabilir değildir. Popper’ın bilim felsefesi, yanlışlanabilirlik yaklaşımının hangi koşullarda yanlış sayılabileceğini içermemektedir. Dahası, toplumsal bilimler için, yanlışlanamaz bir ilke getirmiştir. Popper’ın getirdiği Ussallık İlkesi’ne göre, insanın her davranışının kendince bir nedeni vardır. Toplumsal bilimler için böyle yanlışlanamaz bir ilke koymaya gerek duyması bir yana; Popper’ın toplumsal bilimlerdeki izleyicilerinin, sanki Popper, bu ilkeyi ortaya atmamış gibi davranmaları, bilimin yanlışlanmaya ne kadar açık olduğunu da göstermektedir.

Ayrıca, veri, kuram-bağımsız değildir. Hangi kuramdan baktığımız, birincisi neyi veri sayıp neyi saymayacağımızı vb. belirler. Poppercı bir yansıbilimci, “bu, bilimdışı” diye kestirip attığı alanda kaçırdığı önemli ve zengin ayrıntıları dikkate almayarak, kendinden emin sonuçlara elbette ulaşabilir. Ancak, bu durumda, anlattığı, insan değil; kuramıyla yarattığı dünya olur.

Popper, bilim olanla olmayanın sınırlarını çizmeyi hedeflemiştir. Yukarıda belirtildiği gibi, Popper’ın bilim felsefesi, bilimciler arasında en yaygın kabul görmüş yaklaşımdır. Bu yaygınlığın birinci olarak düşünsel bir nedeni vardır: Önerdiği kavramlar, bilimcilerin kabul etmelerine daha elverişli kavramlar olmuştur. Bu yaygınlığın ikinci nedeni, bilimcilerin günümüzde yaşadıkları kimlik bunalımıdır. Bilimcilerin çoğu, insanların insanca yaşamalarına engel olan sorunlara çözüm üretmemekte; kitlelerin boşinançlardan sıyrılıp daha ussal bir halkbilgisi oluşturmalarında yardımcı olmamaktadır. Çünkü kendileri de o boşinançlardan sıyrılabilmiş değillerdir. Popper, bu bilimcilere, bir kimlik oluşturma aracı sağlamıştır. Toplumların can alıcı sorunlarına getirilen üniversite dışı yanıtlara bu bilimciler, burun kıvırmaktadırlar. Nasılsa Popper, konu ne olursa olsun, neyin bilimsel olup neyin olmadığını kendilerine söylemektedir.

Sonuç olarak, şu canalıcı soruya nasıl yanıt vereceğiz?: Ne bilim ne bilim değil? Popper’ınki gibi bir yaklaşım getiremiyorsak, neyin bilim olup neyin olmadığına nasıl karar vereceğiz? Tek tek olaylara bakarak. Örneğin, sindilizi (Sinirsel Dilbilimsel İzlenceleme (NLP)) inceleyeceğiz. Buna, Popper’ınki gibi indirgemeci, genel ilkelerle değil, incelediğimiz konunun sunduğu kendi değerlendirme ölçütleriyle bakacağız. Ve bilimin tek başına mantığın değil aynı zamanda toplumsal süreçlerin de bir ürünü olduğunu akılda tutacağız.

Kuhn: “Bilim Öldü, Yaşasın Bilim!”

Popper, bilimi mantık açısından ele alırken, Kuhn, toplum ve tarih açısından ele almıştır. Kuhn, bilim tarihine baktığında, sürekli yinelenen şöyle bir döngü gözlemlemiştir:

Düzgüsel (normal) bilim à Bunalım à Devrim à Düzgüsel bilim

Düzgüsel bilim evresinde, bilimciler, belli bir paradigma çevresinde toplanırlar. Paradigma, genel olarak, bilimciler arasında şu konularda belli bir uzlaşmanın sağlanmış olması olarak tanımlabilir: Temel kuramlar, alandaki sorunlar, yöntemler, bir alandaki sorunu çözmenin kabul edilebilir yolları, bir bilimci adayının bilimci olabilmesi için alması gerekli eğitim (içeriği, biçimi vb.) vb.

Düzgüsel bilim evresinde, bilimciler, alanın temel konularında oydaşıma (consensus) sahiplerdir. Bilim, yapboz çözmektir. Her paradigmanın üzerine çalışılmaya değer bulduğu birtakım sorunları vardır. Bu sorunlar, ilk başta paradigma için tehdit değildir. Ancak, bir süre sonra bu sorunlar birikir ve yeni bir paradigma gerekir. Kuhn’un paradigma değişimi için verdiği ünlü örnek, Batlamyus gökbiliminden Kopernik gökbilimine, diğer bir deyişle; Dünya’yı evrenin özeği sayan yaklaşımdan, Güneş’i Güneş Dizgesi’nin özeği olarak gören yaklaşıma geçiştir. Birinci bölümde ele aldığımız simgesel yaklaşımdan bağlantıcı yaklaşıma geçiş, bilişsel bilimlerde, Kuhn’un ileri sürdüğü türden bir paradigma değişimine örnektir.

Kuhn’a göre paradigmanın dört öğesi vardır: (1) Ortak simgesel genellemeler, (2) Ortak bir gerçeklik modeli, (3) Kabul edilebilir yöntemlere ilişkin ortak değerler, (4) (Ders kitaplarında görülen) Örnek sorular. Bir öğrencinin bilimci oluşu, mantıksal süreçler sonucu değil, bu öğeleri özümsemesi sonucu gerçekleşir.

Kuhn’a göre paradigmalar, karşılaştırılamazdır; çünkü her paradigma, kendi kavramlarını yaratmaktadır ve bu kavramlar, yalnızca paradigma içinde anlamlıdırlar. Dolayısıyla, sözgelimi, davranışçı yaklaşımla, bilişsel yaklaşımı karşılaştırmak olanaklı değildir. Bu görüşün doğal sonucu, bilim tarihinin hep daha ileriye giden bir tarih değil, kesikli bir tarih olduğu bakışıdır. Dolayısıyla, bu yaklaşımına göre, bilişsel paradigma, davranışçı paradigmadan üstün değildir.

Peki paradigma değişimi nasıl olur? Paradigma değişimi, siyasal bir süreçtir. Bilimcilerin çoğunluğu ya ikna olurlar ya da ikna olmayanlar öldükten sonra yeni kuşaklar, yeni paradigmayla yetişirler. Davranışçı paradigmadan bilişsel paradigmaya geçiş de bu biçimde olmuştur.

Amerikan Bilimciliği: Bilimin Bittiği An (B.B.A.)

Amerikan bilimciliğini ‘bilimin bittiği an’ olarak tanımlamamızın çok sayıda nedeni var. Bu nedenlerin, bugün ‘bilimsel dergi’ olarak adlandırılan dergilerde yayınlanan ‘bilimsel’ makalelerden kuşku duymak için yeterli olduğunu düşünüyoruz.

BBA 1) Araştırmacı Etiği ve Üzerinden Ekmek Kazanılan Bir Zanaat Olarak Bilim

Dünya, ne yazık ki, dolandırıcı kaynıyor. Genleriyle oynanmış ürünleri yiyip yemediğimizi bilemediğimiz gibi, aynı biçimde, bilimsel araştırmaların sonuçlarıyla oynanıp oynanmadığını da bilemiyoruz. Amerikan bilimciliği, Amerika’da çıkmış olmakla birlikte, dünyanın dört bir yanında yer etmiştir. Araştırmacıların aylıklarını ve demek ki geçimlerini bilimsel dergilerde yayınlatabildikleri makalelere ipotek eden Amerikan bilimciliği, gerçekte, bilimin ölümüne yol açmıştır. Neden? Çünkü araştırmacılar, Amerikan üniversite düzenine göre, makale yayınlatamadıklarında, işlerine son verilmektedir. Yumuşak üniversite düzenlerinde ise, makale yayınlatamadıklarında, akademik yükseltme alamamaktadırlar. Böyle olunca, araştırmacılar da, her mantıklı insanın düşünebileceği gibi, birtakım sahtekarlıklar yapmaktadırlar. Elde ettikleri verilerle oynayarak, bilimsel dergilerde yayınlanabilecek türden veriler uydurmaktadırlar. 9 Haziran 2005’te Nature Dergisi’nde yayınlanan bir raporda, adsız olarak yapılan bir araştırmada, araştırmaya katılan dirimsel-tıp (bio-medikal) bilimcilerin üçte birinin veriler üzerinde sahtekarlık yaptığının ortaya çıktığı belirtilmektedir. Bu bilimcilerin % 15’i, fon veren kurumun baskılarıyla, araştırmalarının yöntemini ve bulgularını değiştirdiklerini belirtmektedir. Bu bulgular, çoktan beridir, çeşitli ortamlarda dile getirilen sıkıntıları gözler önüne sermektedir. Amerikan fonlama anlayışı nedeniyle, bilim insanları, bilim değil yalan üretmeye zorlanmaktadırlar ve daha acısı, bilimsel dergilerde yayınlananların hangilerinin yalan olduğunu ve ne kadarının yalan olduğunu bilemiyoruz. Bu araştırmanın sonuçları, Dizelge 1’de özetlenmektedir: (Burada sayılmayan sahtekarlıktan biri de, hakemli dergilerin hakemlerinin henüz yayınlanmamış bir makaledeki görüşleri çalıp o görüşleri ilk kendisi ortaya atmış gibi göstermesidir. Bu tür olayların sayısı, hiç de az değildir. Bilimcileri yarışmacı olarak gören bir akademik dünyada, başka türlüsü de beklenemezdi.)

1. Veri uydurmak %0.3
2. Katılımcı seçme koşullarını dikkate almamak % 0.3
3. Araştırmanın sonuçlarına göre ürün geliştiren şirketlerle bağlantısını gizlemek %0.3
4. Öğrencilerle, katılımcılarla ve müşterilerle kuşku uyandıran ilişkilerde bulunmak % 1.4
5. İzin almadan ya da adını anmadan başkasının düşüncelerini kullanmak % 1.4
6. Araştırmayla ilgili gizli kalması gereken kişisel bilgileri açıklamak % 1.7
7. Daha önceki araştırmalarıyla çelişen verileri sunmamak % 6.0
8. Katılımcı seçmede daha az önemli özellikleri dikkate almamak % 7.6
9. Başkalarının hatalı verilerini ve kuşku verici yorumlamalarını görmezden gelmek % 12.5
10. Fon veren kurumun baskılarıyla, araştırmanın yöntemini ve bulgularını değiştirmek % 15.5
11. Aynı veriyi ya da bulguları iki ya da daha fazla yayında bastırmak % 4.7
12. Makale yazarlıklarını uygunsuz bir biçimde dağıtmak % 10.0
13. Makalelerde ya da önerilerde, yöntemin ya da sonuçların ayrıntılarını bilinçli olarak koymamak% 10.8
14. Yetersiz ya da uygun olmayan araştırma desenleri kullanmak % 13.5
15. İçinden gelen sese dayanarak, gözlemleri ya da verileri, çözümlemeden çıkarmak % 15.3
16. Araştırmalarla ilgili yetersiz kayıt tutmak % 27.5

Dizelge 1. (Ad Verilmeden Yapılan Bir Araştırmada) Aşağıdaki Davranışları Sergilediklerini Belirten Bilimcilerin Yüzdeleri (Katılımcı Sayısı= 3,247). Kaynak: Martinson, Anderson ve de Vries (2005).

Amerikan bilimciliğinin bilimin bittiği an olması olgusuna en safdilli yanıt, “bilimcilere etik dersi verilmiyor; onun için, bilim değil yalan üretiyorlar. Toplumsal duyarlılıkları yok. Bilimci adaylarına, en azından bundan böyle, üniversitelerde, etik dersi verilmelidir” demektir. Dünyada milyonlarca insan, evsiz ve açken ve başka insanlar, tek bir sözleriyle dünya piyasalarını allak bullak ederlerken, bilimcilere “yalan söylemeyin” demek, evsizlere “sizin eviniz yok mu? Hadi bakalım evinize…” demek gibi birşeydir. Nasıl ki evsizlerin gidecek evi yoktur, bilimcilerin de varolan fonlama anlayışıyla, yalan söylemekten başka yapacak birşeyleri kalmamıştır. Evsizlik ve yalan makaleler üretmek, birbirlerinden bağımsız değildir; aynı toplumsal düzenin ürünleridir.

BBA 2) Bilim-Sermaye ve Bilim-Ordu İlişkisi

Günümüzün bilim yayıncılığı, ‘hayalet profesörlük’ diye bir kavram yaratmıştır. Hayalet profesörler, ilaç şirketlerinden para alıp adlarını satan profesörlerdir. İlaç şirketleri, kendi ilaçlarının reklamını hayalet profesörlerin adlarını kullanarak yapmaktadırlar. Şirket, kendi ilaçlarını öven bir makale yazmakta; başa, profesörün adını yazmakta ve profesöre ad parası ödemektedir. Tıp dergileri, böylece, ilaç reklamı kitapçıklarına dönmüştür.

Bu noktada, bilişsel bilimlerde de benzer yol ayrımları yaşanmıştır. Siyasal olarak sol bir muhalif olan Chomsky, bilişsel bilimlerde çığır açan çalışmalarını, Amerikan Donanması’nın sağladığı fonlarla yapmıştır. Amaç, sözlü komut vererek çalışabilecek silahlar yapmak ve böylece Sovyetler’le yarışabilmekti. Bu nedenle, Chomsky’nin çalışmaları, özel bir önem taşıyordu. İnsan dilinin altyapısını çözmek, sözlü komut vererek çalışabilecek silahlarının yapmakta önemli bir başlangıç olacaktı.

BBA 3) Denklerin Değerlendirmesi (Peer Review)

4 Temmuz 2005’te The Guardian’da yayınlanan haberde, saygın bilim dergisi The British Medical Journal’da 25 yıl değerlendirmeci olarak yer almış Richard Smith’in görüşlerine yer verilmekteydi. Smith, denklerin değerlendirmesi kavramının bilimin temeli olduğunu kabul etmekle birlikte, bu kavramdan kuşku duyulması gerektiğini bildiren görüşlerini dile getirmekteydi. Smith’e göre, Britanya Tıp Dergisi, artık, ilaç şirketlerinin reklam kitapçığı olmuştur. Dergi, gelirinin büyük bir bölümünü, ilaç şirketlerinin bağışlarından ve sürdürümlerinden (abonelik) sağlamaktadır. Örneğin, bir kanser özeğine (merkez) giden kanserli hastaların ölüm oranının gitmeyenlere göre daha düşük olduğu bulgusu yayınlanmıştır. Ancak, bu bulgunun doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Hastaların özeğe gidip gitmemesinin ölüm oranına bir etkisi bulunmamaktadır.

Denklerin değerlendirmesi, çığır açıcı çalışmalarının yayınlanmasını engellemektedir. Gerçekte, denkler, belli bir alanda uzmanlaştıkları için, onların değerlendirmesi, yanıltıcı olabilmektedir. Kendileri gibi düşünenlerin ve aynı varsayımları paylaştıkları araştırmacıların makalelerinin yayınlanma olasılığı daha yüksektir. Richard Smith, tıp dergileriyle gazeteler arasında pek de bir fark olmadığını ileri sürmektedir. İkisi de, parasal kaygılarla belli konulara belli biçimlerde yer vermektedir.

Eşitlerin iletişimi, tek taraflı olamaz. Bir bilimsel derginin değerlendirmecileri, bir makaleyi, yazarlara çeşitli sorular yöneltmeden reddediyorlarsa; bu, onların bilimin gerektirdiği türden konuşma yanlısı değil, vaaz verme yanlısı olduklarını gösterir. Değerlendirmecilerin istediği iletişim, ne yazık ki, vaaz iletişimidir. Kendilerine yayınlanmak üzere yazılar gelir; onlar da, başpapaz gibi, hangi metinlerin kutsal sayılıp basılacağını belirlerler.

BBA 4) Çekmece Yanılgısı

Bilimsel dergiler, baskın olan kuramların öngörüleri dışında bulgulara ulaşan çalışmaları yayınlamamaktadırlar. Bu nedenle, bilimsel dergilerde, baskın olan kuramların desteklendiği çok sayıda makale görülmektedir. Oysa, dergi değerlendirmecilerinin kaç makaleyi baskın kuramın öngörüleriyle uyuşmuyor diye çekmeceye koyduğunu bilmemekteyiz. Dolayısıyla, bir kuramı destekleyen 100 makale olsa da, bu, kuramın güçlü olduğunu göstermez. Belki de çekmecede, o kuramı desteklemeyen 200 makale var. Bilim, cemaatçilikten sıyrılıp Eski Çağ’daki eleştirel niteliğini yeniden kazandığında, çekmeceler açılacak ve daha fazla dergi çıkması pahasına, çekmeceler tümüyle boşalacak. Yine de, böyle bir durumda bile, şöyle bir sorunla karşılaşılacaktır: Her çalışmayı diğerleriyle eşit ağırlıkta değerlendirmek ne kadar doğru? Kimi çalışmalarda daha güçlü bir kuramsal altyapı ve daha etkili bir yöntem olabilir. Daha az güçlü çalışmalara ağırlık olarak diyelim ki 1 katsayı versek, daha güçlü bir çalışmaya da aynı katsayıyı vermek ne kadar doğru? Bu sorular, bilimsel dünyada henüz çok da yerleşmemiş olan öte-çözümleyim (meta-analiz) yönteminin az çok yanıt verebildiği sorular. Ancak, öte-çözümleyim gibi güçlü bir yaklaşım bile, ne kadar formül getirirse getirsin, çekmece yanılgısının gölgesinde kalacaktır.

BBA 5) Paradigmaların İflası

Yukarıda belirtildiği gibi, bilim, gerçekte, bir cemaat etkinliğidir. Bilim çevrelerinin çoğunun kabul ettiği kuramlar, o kuramları destekleyen milyonlarca sayfayı doğurmaktadır. Zaten Kuhn’un paradigma yaklaşımı doğruysa, kabul gören kuramlara destek olan çok sayıda düzgüsel bilim makalesi olması gerekir. Ama paradigma değişimi sırasında hepsi çöpe gidiyor. Örnek: Bağlantıcı devrimden önce, simgesel yaklaşımın insan modellemeye en elverişli yaklaşım olduğu ileri sürülüyordu. Yetmişlerin sonuna dek, bu, tartışılmaz bir gerçekti. O zamanlar birine sorulsa, simgesel yaklaşımdan kuşku duymak, bilimin dışına çıkmak anlamına geliyordu. Ama sonra bağlantıcı yaklaşım geldi ve bu bilim sınırını sorguladı. Sonuç ne? Bir bilim alanındaki kuramları değerlendirirken, daha eleştirel bakmak gerekiyor. Bir makalenin bilimsel bir dergide yayınlanması, makalenin bilimsel; dayandığı kuramınsa doğru olduğunu göstermez. Gerçek şu ki, Kuhn’un da belirttiği gibi, yenilik getiren bir makalenin, yaygın kuramdan yana bir makaleye göre, yayınlanma olasılığı daha düşüktür. Örneğin, kaos kuramını ortaya atanlar, makalelerini yıllarca hiçbir yerde yayınlatamadılar. Sonunda, kendi dergilerini kurup orada yayınladılar.

Bir makalenin yayınlanmasının tek nedeni, bilgifelsefel değildir; paradigma anlamında siyasal süreçler ve büyük ölçekli anlamıyla siyasal süreçler devreye girmektedir.

BBA 6) Merkezkaç Araştırmacılarına Karşı Kör Olmayan Değerlendirme

Richard Smith’in denklerin değerlendirmesi ile ilgili çekincelerine, Gerry McKiernan (2004), Avrupa ve Amerika dışından gelen makalelere yapılan ayrımcılığı da eklemektedir.

Bir bilimsel dergiye makale teslim edilirken, yazar adı gibi özel bilgiler, yalnızca ilk sayfada yer alır. Makale, derginin değerlendirmecilerine teslim edilirken, bu ilk sayfa çıkarılır. Amaç, değerlendirmenin yazarın kimliğinden etkilenmemesidir. Oysa, bir makaleyi kimin yazdığını bilmeseniz bile, bunu bulmak oldukça kolaydır. Kaynakçada, makale içerisinde gönderme yapılmış yayınlar olarak yer alan kaynakların en az bir tanesinin yazarlardan en az birine ait olma olasılığı çok yüksektir. Bilimsel yayınların çoğunda, yazar, daha önce yaptığı çalışmalara gönderme yapmaktadır. Ama Amerika ve Avrupa dışından araştırmacıların makalelerinde, bu durum, bir yandan daha belirgindir, bir yandan da araştırmanın gönderildiği ülkeyi ister istemez açığa çıkarmaktadır. Nasıl mı? Araştırmacı, makale içinde, ya araştırma için fon sağlayan kuruma teşekkür etmektedir ve bu kurumun adında, makalenin gönderildiği ülkenin adı geçmektedir ya araştırmanın yapıldığı yer geçmektedir ya da anadili İngilizce olmayan yazarlar, dil yanlışlarıyla Amerika ve Avrupa dışından olduklarını ister istemez duyumsatmaktadırlar.

Toplumsal bilimler alanındaki makaleler için bu durum, daha belirgindir: Toplumsal bilim araştırmacıları, araştırmalarındaki katılımcıların hangi ülkeden olduklarını yazmakta; dünyada kullanılan bir sınamanın (test) uyarlaması gibi bir durum sözkonusuysa, verinin hangi dil için toplandığını belirtmektedirler. Bütün bu nedenlerle, Amerika ve Avrupa kaynaklı bilimsel dergilerin merkezkaç araştırmacılarının makalelerine bakışı, yanlı olmakla kalmamakta, ayrımcı olmaktadır. Avrupalı ve Amerikalı araştırmacıların birbirinin aynısı ve eksik gedik makaleleri yayınlanırken; Avrupa ve Amerika dışındaki araştırmacılara, çalışmalarının özgün olmadığı gibi sudan nedenler gösterilmektedir. Madem amaç, özgün araştırma basmaktı; daha önce niye birbirinin aynısı makaleler basıyorlar…

Dahası, özellikle Amerikalı araştırmacılar, Amerika dışındaki araştırmacıların makalelerine bakıp “İngilizce’n berbat. Sen bu İngilizce’yi nereden öğrendin” gibi aşağılayıcı yanıtlar verebilmektedirler. Bu değerlendirmecilerin çoğunun tek bildiği dil, İngilizce’dir. Başdeğerlendirmecilerin bu hakaretleri araştırmacıların önüne rapor diye koymaları, çok sık olmaktadır. Ayrıca, Amerika ve Avrupa dışından beklenmedik bulgular çıktığında, değerlendirmeciler, kuşku duymakta; “bu araştırmacılar, bilimsel yöntemi [ne demekse!] iyi bilmiyorlar. Bu sonuçlar ondan böyle çıkmıştır” demektedirler.

Dolayısıyla, Amerika ve Avrupa dışından araştırmacılara yanlı ve ayrımcı davranan bilimsel dergilerin, bilimin uluslarüstü ortak ülküsünü temsil ettiklerini söylemek, inandırıcı olmamaktadır.

BBA 7) Kendi Kendine Konuşan Bilimciler

Birçok bilim alanında, bilimsel makaleler, tek yönlü bir iletişim çerçevesinde yazılmaktadır. Çoğunlukla, araştırmacı, kendi görüşlerine destek olan diğer araştırmacıları anmaktadır. Belli bir araştırmacının makalelerini okuyanlar, o alanda çalışanların çoğunun aynı görüşte olduğunu sanmaktadır. Tek yönlü iletişim çerçevesindeki bu makaleler, böyle yanlış izlenimler doğurmaktadır. Bu yanlış izlenim yaratımının bilişsel bilimlerdeki en uç örneği, Steven Pinker ve Dan Slobin ikilisinde görülmektedir. Pinker, dilbilimi, sözdizimden (sentaks) ibaret olarak görmektedir. Slobin ise, dilbilimi toplumsal kurum ve süreçlerin bir ürünü olarak görmektedir. Pinker, yayınlarında, Slobin’i anmamakta; Slobin de Pinker’ı anmamaktadır. Aynı konularda çalışan ikili, karşısında oldukları düşünsel okulu anmayarak bilimsel düşünceye zarar vermektedirler. Bilim, yüzyıllardır, Platon’un yapıtlarındaki eleştirel gücü yitirmiş bir biçimde, gün geçtikçe kemikleşerek yoluna devam etmektedir. Tartışmalı olan bulgular, tartışmasızlarmış gibi, ders kitaplarına konulmaktadır. Bilişsel bilimlerin en nitelikli ve güçlü yapıtlarının ise, karşılıklı konuşma biçiminde ya da makale-yorum-yoruma yanıt-yanıta yanıt vb. biçiminde oluşturulmuş çalışmalar olduğu görülmektedir.

BBA 8) Özneyi Silmek

Amerikan bilimciliği, nesnel olma savıyla, bilimden özneyi silmiştir. Bilimin nesnel olduğu ileri sürülmektedir. Sovyetler’in çöküşünden sonra, bu nesnelcilik oyunu, iyi niyetli birçok bilim insanını da saflarına katmayı başarmıştır. Bu bakışa göre, bilimde düşünyapı (ideoloji) diye bir şey yoktur. Bilimci, yansızdır. Ne görüyorsa onu betimlemektedir. Bu yaklaşım, bilişsel bilimlere de yansımıştır. Cyc çalışması, gündelik bilgileri modellemeyi amaçlamaktadır. Oysa, birden fazla dünya görüşü olamayacağı varsayımına dayanmakta, bilişsel bilim çalışmalarında bile, özneyi silmektedir.

BBA 9) Bilişsel Bilimler: Okur-Yazarlığın Buyurganlığı

Bilişsel bilimler ve özellikle yansıbilim, kuramlarını, üniversite öğrencileri üzerinde yaptıkları deneylere dayanarak oluşturmuşlardır. Öğrenciler, doğal olarak, okur-yazardır. Okur-yazarlarla, okumaz-yazmazlar arasında bilişsel olarak önemli farklar bulunmaktadır. Ayrıca, değişik abeceleri olan dilleri konuşanların okur-yazarları da kendi içlerinde bilişsel olarak ayrılmaktadırlar. Sözcükleri resimlerle yazan ve bu nedenle Osmanlıca yazıyı çok hızlı çözen Japonyalılar’la, Latin harfleri kullanmaları nedeniyle Osmanlıca yazıyı sökmekte zorlanan Türkiyeliler arasında büyük bilişsel farklar bulunmaktadır. Ne yazık ki, ünlü SOAR’ı da içermek üzere birçok bilişsel bilim modeli, bu tür bilişsel ayrımları dikkate almadığı gibi, insanların yaşla birlikte ilerlemesini de dikkate almamıştır. Dolayısıyla, şimdiye dek adı konmasa da, insanbilimi bilişsel bilime teğet geçtiğini düşünüp kovan yaklaşımlar, insanı değil, Amerikalı üniversite öğrencilerini modellemeye çalışmaktadır. Oysa, Moğolistan bozkırlarında dolaşan göçebe de Amerikalı üniversite öğrencisi kadar insandır.

BBA 10) Karakutu

Çevrede ileri bir kılgıyapı (teknoloji) var. Ama insanlar altyapısını bilmiyor. Gerçekte, fizikötesi açıklamalarla “Japon yapıyor abi” demenin bir farkı yok. Bu karakutu olgusu, bilimde de kendini duyumsatıyor. Yeni kuşak bilimciler, herşeyi bilgisayarla yaptıklarından, işin iç yapısının farkında olmuyorlar. Örneğin çok az yansıbilimci, yaygın olarak kullanılan sayılama izlencesi SPSS’in altında yatan matematiksel varsayımları biliyor. Çok çok az yansıbilimci, SPSS’in yaptığı çözümlemeleri elde yapabiliyor. O zaman, SPSS kullanmakla, cep telefonu kullanmak arasında ne fark var? Bu karakutu olgusu, mühendislik alanlarında bile görülüyor. Ellerinde bir katalogla ya da geçen bölümde sözünü ettiğimiz Çince odası komut kitabıyla klavyeyi kullanıyorlar.

Sonuç: Bilim Bunalımdayken Bilişsel Bilimleri Konuşmak

Birinci bölümde, bilişsel bilimlerin genel olarak yedi alandan oluştuğunu belirmiştik: Dilbilim, insanbilim, sinirbilim, felsefe, bilgisayar mühendisliği ve bilgisayarbilim, eğitbilim ve yansıbilim. Bilimin kimlik sorunlarını bir yana bırakırsak; bu alanların nasıl birarada tutulacağı, ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum, devlet yapısına benzetilebilir. Bu benzetmeye göre, olası seçenekler şunlardır:

(1) İndirgemecilik (Milliyetçilik): Yedi alan, tek bir alana indirgenebilir. Sözgelimi, “gerçekte sinirbilim diye ayrı bir alan yok; tüm bu sayılanlar, gerçekte, dilbilimin koludur” denebilir.

(2) Parçacılık (Özerklik): “Yedi alanın, çakışmayan alanları bulunmaktadır. Ama diğer bilimlerle karşılaştırıldıklarında (uluslararası ilişkiler), benzerlikleri farklılıklarından daha fazladır.” denebilir.

(3) Ayrıksıcılık (Birlikçilik): “Yedi alanın ortaklıkları, benzerliklerinden değil komşu olmalarından ileri gelmektedir. Ortada (Avrupa Birliği? gibi) ayrı bilimler var; bunları biraraya getirmek olanaklı değil.” denebilir.

(4) Karmacılık (Çifte Yurttaşlık): Yedi alanın kombinasyonlarından karma alanlar oluşturulabilir. Örneğin, sinirsel dilbilim, yansısal insanbilim vb. Ama çifte karmaların ötesine pek geçilmez.

(5) Bilişselcilik (Dünya Yurttaşlığı): “Bilişi çalışan her alan, kökenleri ne olursa olsun bilişsel bilimlerin içindedir” denebilir.

Bilişsel bilimler alanında çalışanlar, bu beş seçenek arasında gidip gelmektedir. Bu seçeneklerden biri seçilse bile, yukarıda belirtilen nedenlerle, bilimin neliği üstüne bitmez bir tartışmayla karşı karşıya kalınacaktır. Bilişsel bilimler, insan gerçeğini dört bir yandan kavramak üzere yola çıkmıştır. Ortada keşfedilecek bir gerçek değil de her bir paradigmanın yarattığı gerçeklerin olması, bilişsel bilimleri sarsıcı nitelikte bir olgudur. Bilişsel bilimler, kaçınılmaz olarak, disiplinerarası ve disiplinlerüstü çalışma çağrısını (burada ilk kez dile getirdiğimiz) yaşamlararası çağrıyla desteklemek zorunda kalacaktır. Amaç, insanı anlamaksa, bilişsel bilimci, komşu bir alanın uzmanından elde edemeyeceği bilgileri, sokağa inerek, insanlarla konuşarak edinecektir. O zaman belki bilişsel bilimler de kabuk değiştirip kendini ‘bilişsel bilimler’ olarak değil de ‘bilişsel çerçeve’ olarak adlandırmayı yeğleyecektir. Böylece, üniversiteler dışında gelişen ve döngüde olan bilgileri de bilgi dağarcığına katabilecektir.


Kaynakça

Adam, A. (2000). Deleting the subject: a feminist reading of epistemology in artificial intelligence. Minds and Machines, 10, 231-253.

Boseley, S. (4 Temmuz 2005). Medical journal peer reviews exposed as a ‘flawed practice’. The Guardian.

Chater, N. ve Vitanyi, P. (2003). Simplicity: a unifying principle in cognitive science? TRENDS in Cognitive Sciences, 7(1), 19-22.

Gezgin, U. B. (2005a). “Aaa! bu burç sayfasında yazanlar, tam beni anlatıyor!” ya da Barnum Etkisi üzerine. http://ulas.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=14&Itemid=28

Gezgin, U. B. (2005b). Yabancılaşma ama kimin neye yabancılaşması? http://www.btdunyasi.net/index.php?module=corner&corner_id=106&cat_id=22
http://ulas.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=294&Itemid=27

Gezgin, U. B. (2005c). Kara Kutu/ Başlarken. http://ulas.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=12&Itemid=27

Martinson, B. C., Anderson, M. S. ve de Vries, R. (2005). Scientists behaving badly. Nature, 435, 737-738.

McKiernan, G. (2004). Peer review in the internet age: five (5) easy pieces. Against the Grain, 16(3), 52-55.

Thagard, P., (2004). "Cognitive science", in The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Winter 2004 Edition), Edward N. Zalta (ed.), http://plato.stanford.edu/archives/win2004/entries/cognitive-science

Thornton, S. (2005), "Karl Popper", in The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer 2005 Edition), Edward N. Zalta (ed.). http://plato.stanford.edu/archives/sum2005/entries/popper/

Yazının özgün adresi: http://ulas.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=337&Itemid=28

Görüşler

0
darkhunter
Bu makalenin değerli bilgilerle dolu olduğunu gören biri olarak, bilim paradigmasını algılamaktan uzak insanların çekiştirebileceği yargılara da haiz olduğunu görüyorum, bunlar doğru fakat bazıları için tehlikelide...
0
sundance
Herhangi bir kötü niyetle söylemiyorum ama zamanında Feyarebend'in Akla Veda isimli kitabını çeviren değerli bilim adamlarımızdan Ahmet İnam'a çok geniş bir "aydın" kitlesi "Bizim ülkemiz Feyarebend'i anlayacak kapasitede insanlara sahip değil. Bu yüzden zatın söylediği şeyler herne kadar doğru olsa da, gericilere malzeme sağladığından dolayı bu kitabı çevirmemek daha iyi olurdu" şeklinde tepki görmüştür.

Aydınlık bilgiden korkmaz. Eğer aydınlık bilgiden korkuyorsa o kadar da aydınlık değildir. Hele ki bir felsefi söylem, doğru olduğu düşünülen bir felsefi söylemin "tehlikeli düşünce" olarak tanımlanması çok tehlikeli bir şeydir.
0
FZ
Benden çok yaşayacaksın! Lafı ağzımdan aldın, ben de tam Feyerabend ve Ahmet İnam örneklerini verecektim :)

Bilim, en nihayetinde bir insan pratiği. Kurumlar, insanlardan müteşekkil kurumlar ve insan düşüncesinin söz konusu olduğu her yerde de problemler olabilir, bunlarla başa çıkmanın yolu da yine insan düşüncesini, eleştirel düşünceyi kullanmak. Bunda bir kötülük göremiyorum, yeter ki serinkanlı ve bilgi sahibi olarak düşünelim. Mevcut bilim pratiğini ve kurumsallaşmış bilimi eleştireceksek en az bir Feyerabend, Kuhn ve/veya Popper kadar bilim tarihinden ve bilim felsefesinden haberdar olmamız bize fayda sağlayacaktır.
0
darkhunter
Aydınlık bilgiden korkmaz. Eğer aydınlık bilgiden korkuyorsa o kadar da aydınlık değildir. Hele ki bir felsefi söylem, doğru olduğu düşünülen bir felsefi söylemin "tehlikeli düşünce" olarak tanımlanması çok tehlikeli bir şeydir.

Bunlar güzel idealler ama benim "bilgiden" korkmamı engellemiyor. Bu söylemi realize edebilmek için, idealize edilmiş bir dünya da yaşıyor olmak gerekiyor.

Bilim Tarihi kürsüleri henüz "yeni" iken bir hocamın arabasına "Anadolu'nun tarihsel, kültürel tortusunda Türklere gelene kadar daha ne uygarlıklar vardır..." dedi diye, bomba konduğunu unutamıyorum çünkü.

Lisans eğitimim sırasında aldığım "Bilim Tarihi" derslerini hatırlamaya çalışıyorum şimdi, nedendir bilinmez aklımda kalanlar, engizisyon, zehirlenerek, yakılarak, kesilerek, dövülerek v.s. öldürülmek...

Bunlar hassas konular, doğruyu söyleyip dokuz köyden kovulmak yerine, pembe bir çerçeve çizmeye zaman zaman yeltenmemiş akademisyen tanımadım şimdiye kadar. Özellikle sosyal bilimler kapsamına giripte bilim tarihini, felsefesini sorgularken politik kesişmeler söz konusu oluyor çünkü...

Bu yüzden bilimsel doğruları (bu kadar da anlaşılar olmasına rağmen anlaşılmamasını da anlayamayan biri olarak) hayatım pahasına savunmayı düşünmem, bilimsel sempozyumların, yayınların dışına çıkarmam. Böyle düşündüğüm zamanlar da ise sokağa çıkıp habitatın profilini hatırlarken, hava almayı tercih ederim...

Bu derece "aydın" olmaktansa yaşamayı tercih ediyorum :)

0
FZ
Ben bir de şu "Noam Chomsky ordudan para aldı" lafını biraz deşmek istiyorum.

60'larda (soğuk savaş), 70'lerde (soğuk savaş), 80'lerde (soğuk savaş), 90'larda (ne idüğü belirsiz garip savaşlar) uç noktada uluslararası çapta çalışma yapan bilimadamları ve teknoloji araştırmacıları içinde ordudan para almayan kaç kişi var?

Bir başka soru: Chomsky araştırmaları için ABD ordusundan para aldı, pekiyi ama onunla aynı dönemlerde çalışmalar yapan Rus bilimadamları kimlerden hangi maksatla para alıyordu?

Bir soru daha: Türkiye'de çalışan bir bilgisayar bilimci, elektronikçi, dilbilimci, psikolog, psikiyatrist, nörolog, vs.siniz ve misal TÜBİTAK size geliyor ve diyor ki gel ekibe katıl filanca konuyu araştır çöz, sana şu kadar fon, bu paranın bir kısmı da Türk ordusunun parası. Ne yaparsınız? Bu araştırmanın bir kısmını Türkiye ordusu destekliyor maddi olarak o yüzden kabul edemem mi dersiniz? Neden böyle bir şey dersiniz eğer derseniz?

Chomsky, 50'li yıllardan bugüne yani 50 yılı aşkın süredir dilbilimdeki belli bir ekolde çalışıp yayın üretip duruyor (bunlara ek olarak bir de bambaşka alanda, politika ve medya incelemeleri alanında tonlarca makale ve kitap üretiyor) acaba ABD donanmasından 50 yıldır mı para alıyor? Eğer öyle ise hakikaten bereketli donanmaymış ;-)

0
bm
Burada soyle bir oyun var: asker herkesten akil alip kendi kisa ve uzun vadeli amaclarini belirliyor, ozellikle uzun vadeli amaclar icin acik arastirmalari ('basic research' denen temele yonelik calismalar) fonluyor. Uzun vadeli amaclar icinde 'bu bilgiyi uretenler bu memlekette olsun' gibi stratejik onemi oldugu dusunulen amaclar da olabiliyor. ABD icin bu tur arastirmalarin sonuclari da gizli degil, kimin fonladigi da gizli degil (yayinlarin dipnotlarina bakin[1]). Pekiyi niye oyun bu? Cunku bir acidan bakinca devletten fon kopartmanin yollarindan biri bunlar. Yani 'aman eyvah Rus bilmemne yapiyor, geri kalacagiz mahfolacagiz tepemize bomba dusecek' ile 'bakin Japon devleti 5. nesil yapiyor, ac kalacagiz bizi yiyecekler'[2] ayni isi goruyor, ilkinde fonun ordu kaynakli olmasi tarzi degistirmiyor. O acidan hem kimin kimi manipule ettigini hem acik arastirma ile gizli arastirmanin farkini biraz daha iyi dusunmek lazim belki.

Bu aslinda cok uzun tartisilabilecek bir konu ama bir a yukarki acidan bakilabilecegini belirteyim dedim.

[1] Chomsy'ye kaynak saglayan ordu sozlesmelerinden birini google'da arattim ilgilenen bakabilir.

[2] Bu arada iki yaygaranin da arkasindakinin buyuk olcude fos ciktigini belirteyim. Japon para harcadigiyla kaldi, Sovyetler de dagildi. Tabii ikincisi icin cesitli iddialar var.
0
sefalet
Öncelikle daha öncede dikkatimi çekmiş olan ve yine benzer nedenler ile eleştirdiğimi hatırladığım yazının dili konusuna değinmek istiyorum.Metinde aşırı bir yeni Türkçe oluşturma çabası gözüküyor ve her ne kadar kavramların Türkçe karşılıklarının kullanılmasını şiddetle savunan bir insan olsam da, karşılığı zaten bulunan ve artık yerleşmiş bazı kavramlara yeni biçimler vermek Türkçe'ye bir yarar sağlamadığı gibi zararı da çokca olacaktır düşüncesindeyim.

Yansıbilim, Psikoloji yada nispeten yer etmiş olan ruhbilim yerine kullanılıyor.Bir gerekçe bulamıyorum açıkcası neden yeni bir biçim olarak bu kavrama "yansıbilim" denmek istendiğini.Eğer sorun "ruhbilim" sözündeki "ruh" ise durum bir dil kullanımı sorunundan öte yazarın tabiri ile "yansıbilimsel" bir neden teşkil etmektedir.Önemli olanın kavramların biçimsel karşılıklarının değil içeriklerinin olduğunu hatırlatırım.Aynı kavrama tekrar tekrar yeni biçimler üretmenin, bilimsel "üretim" ile bir ilgisi yoktur.

Aynı şekilde "merkez" sözü metin içinde pek çok yerde kullanılırken bir yerde "kanser özeğine (merkez)" tabiri kullanmak tercih edilmiştir.İnsan böyle bir şeye neden gerek duyuldu demekten kendini alamıyor.

Tüm Türkçe karşılıklara karşı olduğum sanılmasın tersine dil bakımından pek çok doğru uygulama var metinde.Özellikle teori-kuram karşılığı güzel bir şekilde kullanılmış benzer uygulamanın yaygınlaşması dileğiyle.Ama aşırı yeni Türkçe sözcüklerin kullanımı konusuna dikkat edilmeli.

Bu arada yazıda geçen "Elen" halkları yerine "Helen" demek daha doğru olur bilimsel açıdan çünkü "Elen" daha çok bizim halk deyişidir, "Helen" halklarını kastetmek için kullanılır.

Yazının içeriği ile ilgili bir kaç şeyi belirtmekte fayda görüyorum.Öncelikle farklı farklı bilimlerin olduğunu düşünmüyorum.Farklı paradigmaların olması veya bilimin kurumsal düzeyde kısırdöngüye girmesi "Bilim" in temel bazı mantıksal ve yöntembilgisel bir temeli olduğunu değiştirmez.Genelde yazıda bilim sorunlarından bahsediliyor gibi görünse de onların pek çoğu bilimin değil bilimin içinde yaşadığı sistemlerin sorunudur.

Bilimin ne olduğuna dair farklı paradigmaların olduğunu, olsa da bunların tutarlılık arz ettiği fikrine katılmam.Ben farklı disiplinlerden dahi olsa bilimsel bir çerçeve içinde yazılmış bir fikrin bilimsel niteliğini kavrayabilirim.Bu şahsıma ait bir özellikte olmaz.İster ruhbilim alanında ister genetik isterse fizik alanında olsun, bu alanlardaki ortaya konan veriden bağımsız olarak fikrin mantıksal ve yöntembilgisel dizgesine bakarak o fikrin bilimselliği hakkında yorumda bulunmak mümkün olabilir.Doğal olarak yalnız bu ölçütler yetmez, öne sürülen fikrin tam bir değerlendirmesini yapmak için ayrıca kullanılan verilerin kaynağını ve verilerin geçerliliği konusunda birikime sahip olmakta gerekir.Bu o alanda uzmanlığı gerektirir.Ama bu demek değildirki bilimsellik yalnızca o alanın uzmanlarınca onaylanabilir bir şeydir.Konuya yabancı dahi olsanız mantıksal yapıda veya yöntembilgisinde bir hata var ise gözünüze çarpacaktır.Bu açıdan bilimlerin ortak bir ilkesel bütünlüğü bulunmaktadır.Örneğin:

_ gözlem ve deney verilerine dayanmayan bir fikri öne sürmek yada gözlem ve deney verilerine rağmen bu veriler ile uyuşmayan bir fikri öne sürmek hata olur.

_ mantıksal olarak kabul edilemez dizgeler oluşturmak; a>b, b>c, c>a yı gibi bir dizge tutarsız, mantığa aykırı olacaktır.

Bu ilkeleri farklı paradigmalara sahip bilim alanlarının hepsinde uygulamak zorunluluğu bulunmaktadır."Bilim" bu ve benzeri ilkerin içinde varolur.

Bir kuramın bilimsel olup olmadığı sorunu yada sorusu pek tutarlı olmaz.Kuram kavram olarak bilimin bir kavramıdır ve bir şey kuram olmuş ise zaten o bilimseldir.Bu durum yazı içinde Popper'in konuya getirdiği yaklaşım ile belirtildi.Yani bir kuramın bilimsel olması ile (burada bir fikrin yada varsayımlar dizisinin demek daha doğru çünkü belirttiğim üzere "kuram" zaten bilimseldir) geçerliliğinin derecesi farklı konulardır.Bir olgular dizisini açıklayan bilimsel çerçeve içinde dile getirilmiş önermeler bütününe kuram diyoruz.Yani hem kavramsal düzeyde hemde gözlem ve deney yoluyla kanıtlanmış açıklamalar dizisi.Kuram niteliğini kazanmış olmanın tüm şartlarının gerçekleşmiş olduğu bir fikirler dizgesinden bahsediyor olalım ama burada iş bitmiyor kuramın bilimselliği kabul edilmiş de olsa bu "bilimsel" olma niteliği bir kez kazanılıp sonsuza kadar öyle sürecek bir nitelik değildir.Kuram zaman içinde oldukça zayıflayabilir ve hatta dayandığı veriler tümden çürütülebilir.O zaman başta vermiş olduğumuz bilimsel kuram sıfatı daha fazla geçerli değildir. Öte yandan bu kuramın zamanında bilimsel bir kuram olduğu gerçeğini de değiştirmez.Ama bu yalnızca tarihsel bakış açısı için önemlidir artık.

Bu bakımdan kuramların bilimselliğinden bahsederken sanki elimizde bunu saptayacak araçlar yokmuş gibi davranmanın bir anlamı yoktur.
0
darkhunter
Bu bakımdan kuramların bilimselliğinden bahsederken sanki elimizde bunu saptayacak araçlar yokmuş gibi davranmanın bir anlamı yoktur.

Paradigma eskiterek ilerleyen bilimden söz ederken, eskiyen paradigmaların hatrına, bu araçlara da fazla güvenmemenizi öneririm.
0
bm
Paradigma eskiterek ilerleyen bilimden söz ederken, eskiyen paradigmaların hatrına, bu araçlara da fazla güvenmemenizi öneririm.

Fasulye veya para sayarken 2 + 2 = 5 dediginiz zaman muhatabiniza paradigma atlamis bir aydin oldugunuzu anlatmayi tavsiye ediyorum size. Sefalet'in soyledigi butun araclari kapsamiyor belki ama karakter olarak gunluk hayatta 'goz var izan var' ile yakalamaya calistigimiz kavramin bilimdeki karsiligi bence. Bu araclardan su anda bildiklerimizin sinirladigi muazzam bir alan var, paradigma orada kayar da degisir de hatta gobek de atar halay da ceker. Kuhn o alandan bahsediyor. Bakkal hesabi yanlis cikiyorsa zaten Occam'a veya Popper'a danismaya ihtiyac yok.

0
darkhunter
Hatırlatayım mı?

Sefalet diyor ki :
Bu bakımdan kuramların bilimselliğinden bahsederken sanki elimizde bunu saptayacak araçlar yokmuş gibi davranmanın bir anlamı yoktur.


Keşke fasulye saymak kadar kolay olsa araçları tanımlamak. Dediğiniz gibi "goz var izan var"ı bilime uyarlamaya kalkarsak, bizzat göremediklerimez hakkındaki genel-geçer yargılarımızı rafa kaldırmalıyız. Kabaca, deney-gözlem-formül triosunun çıkmazları kadar, bir yerlere çıkan sokaklarına da dem vurmak bir seçim. Ta ki "goz var izan var" paradigması devre dışı kalana kadar...
0
bm
Ben anlamamis olabilirim, Sefalet arzu ederse izah eder ama Saflet demis ki:


_ gözlem ve deney verilerine dayanmayan bir fikri öne sürmek yada gözlem ve deney verilerine rağmen bu veriler ile uyuşmayan bir fikri öne sürmek hata olur.

_ mantıksal olarak kabul edilemez dizgeler oluşturmak; a>b, b>c, c>a yı gibi bir dizge tutarsız, mantığa aykırı olacaktır.


Ben Sefalet'in arac olarak bunlardan bahsettigini dusunmustum? Ne kusur var bunlarda?

Dediğiniz gibi "goz var izan var"ı bilime uyarlamaya kalkarsak, bizzat göremediklerimez hakkındaki genel-geçer yargılarımızı rafa kaldırmalıyız.

O benim benzetme icin kullandigim ifadedeki hatam. Kastim sedece gorulebilenden bahsetmek degildi.

0
darkhunter
Ben Sefalet'in arac olarak bunlardan bahsettigini dusunmustum? Ne kusur var bunlarda?

Buyrun size sefaletin tanımladığı araçlardan biri olan "mantık" ile ilgili bir tutarsızlık :

Hacim bazında ;

Jupiter > Mars, Mars> Kara delik, Karadelik > Jupiter

:)

Bunları ilerletip nedenselliğe, kuantum mekaniğine, kriz felsefesine yada termodinamiğe uygulamaya kalktığınızda da benzer problemler yaşarsınız.

Tabi sizin de söylediğiniz gibi bunlara bakıp bakkala 2 + 2 = 3.14159265 demeye kalkarsak, iyi bir sopa yeriz.
0
sefalet

Verdiğiniz örnekte mantıksızlık yok.Verdiğiniz örnekte simge kullanmıyorsunuz direk olarak somut değişkenler kullanıyorsunuz.Ben ise sembolik işaretler kullandım a,b,c gibi.Sizin örneğinizde simge yerine kullandığınız nesnelerin özellikleri mantık dizgesinin yorumunu etkiler.Kara delik kavramının tanımı mantık dizgesinin geçerliliğini etkiler.

Siz saf mantıksal bir örnek değil somut örnekler veriyorsunuz.Doğal olarak o zaman mantıksal dizgenizde kullandığınız değişkenlere göre dizge yorumlanır.Bu bakımdan verdiğiniz mantık dizgesi doğru olup benim verdiğim örneğin de tutarsızlığını göstermemektedir.
0
darkhunter
Mantıksal sembollerle tanımladığımız, bağladığımız değişkenlerin spesifik bir ortama hitap edip (formülasyon gibi) doğa da uygulanabilirlikleri olamayacağı ihtimali konusunda hemfikirsek, benim verdiğim örnek bu durumu anlatmaya dayalı bilinçli bir tercihti. Varmak istediğim nokta bu. Tabi bu durumda da araçların güvenilirliğini gözden geçirmek gerekir.
0
sefalet
"Mantıksal sembollerle tanımladığımız, bağladığımız değişkenlerin spesifik bir ortama hitap edip (formülasyon gibi) doğa da uygulanabilirlikleri olamayacağı ihtimali konusunda hemfikirsek..."

Hayır değiliz o zaman bilimin hiçbir öndeyide bulunamayacağı sonucu çıkar çünkü bu cümlenizden .Uygulanabilirliği vardır ama bu uygulanabilirlik "kesinlik" içermez.Aradaki fark önemlidir.
0
darkhunter
Yanlış anlaşılmış, uygulanabilirdir ve kesin de değildir. Öndeyide bulunmak için kesinlik içermesi de gerekmemektedir kanımca.
0
sefalet

Tam olarak nereye takıldığınızı alıntıladığınız cümle de dahil olmak üzere anlamış değilim.Belki biraz daha açarsanız tartışabiliriz.Örneğin tanımlamada güçlük çekilen ne olduğu belirsiz bir kuram, bilimsel bir yöntem vs. mi var? Neyi tanımlamakta zorlanıyoruz.Yoksa tanımlamalarımızı çok keskin yapamadığımız için mi bir tanım sıkıntısından bahsediyoruz?

Bilimin bir modelleme olduğunu ve her modelin eksik olacağında uzlaşmıyormuyuz.Bilimi gerçeklik olarak mı yoksa gerçekliği açıklamaya yarayan bir alan olarak mı görüyoruz.
0
darkhunter
Modelleme konusunda hemfikiriz.
Ben alıntıladığım cümledeki "araçlara" olan güveninize bir eleştiri getirmeye çalıştım, köhne paradigmaları örnekleyerek.

"Tanımlama" kavramının niteliğini ortaya koymak lazım önce. X olayına/nesnesine yada sujesini gözlemleyip, ben X'i anlamadım demek bir tanım mıdır?

Eğer öyle değilse, tanımlamakta zorlandığımız kuramlar var. Bunların bir paradigma değişikliği yaratması olası olsa gerek. Bu durumda güncel araçların son nokta olduğunu söylemek pek de anlaşılır olmayacaktır.

Sizce Dünya'nın yuvarlak olduğunun anlaşılmasıyla çöken paradigmalara yarattığı etkiye benzer bir etkiyi bir daha asla yaşamayacak mıyız? Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?
0
sefalet
Açıkcası tanımlamaya zorlandığımız kuram cümlesi bana göre bir cümle değil.Bir şey kuram ise anlaşılır.Ama siz tanımlamada güçlük çekilen olgular var derseniz o zaman başka.Mevcut kuramların doğal olarak açıklamakta zorluk çektiği yada açıklayamadığı olgular ile karşılaştık,karşılaşıyoruz, karşılaşacağız.Bilim böyle ilerler zaten kim mevcut kuram ve bilimsel verinin nihai olduğunu söylüyorki zaten.

Bilimin konusuna giren veri ve olguları mı tartışıyoruz yoksa bilimi bilim yapan yöntemleri mi?

Bilişsel bilimlere ilişkin bu başlığın yazısında belirtildiği gibi paradigmaların asıl kaynağı siyasi ve toplumsal süreçlerdir.Zamanında dünyanın yuvarlak olduğu görüşünün yaygınlaşması çok etkili sonuçlar doğurdu ama unutmayın ki bu yeni fikirden siyasi ve toplumsal çoğunluğun etkilendiği kadar etkilenmeyenlerde oldu.Bu kesim zaten bilimsel yöntem ve verileri kaynak alan bir kesimdi ve büyük değişimlerden bağımsız fikrin tutarlılığını biliyorlardı.Demek istediğim yıkılan ve yeni paradigmalar kuran bilim değil kalıplaşmış bilim dışı anlayışlar idi.Günümüzde kalıplar yok mu, bunlar bilimdışı değil midir? Yoksa dünyanın yuvarlaklığı konusunda olduğu gibi bugünkü kalıpları da bilim e mi yükleyeceğiz.Elbette köklü fikirsel değişiklikler gelecekte de olacaktır.Daha bilgimizin sınırları burnumuzun dibinden daha uzakta değil.Bunun aksini kim söyledi.

0
darkhunter
Tam olarak nereye takıldığınızı alıntıladığınız cümle de dahil olmak üzere anlamış değilim.Belki biraz daha açarsanız tartışabiliriz.Örneğin tanımlamada güçlük çekilen ne olduğu belirsiz bir kuram, bilimsel bir yöntem vs. mi var? Neyi tanımlamakta zorlanıyoruz.Yoksa tanımlamalarımızı çok keskin yapamadığımız için mi bir tanım sıkıntısından bahsediyoruz?

Size göre mi bilmiyorum ama bunu siz kullandınız, benim nitelemem değil :)

Paradigmaların varoluşu ve yokoluşu konusunda söylediklerinize katılmıyorum : Paradigma bilim tarafından oluşturulur, bilim dönem dönem baskı altında ise yanlış paradigmalar oluşur. Paradigmayı bilimden ayırmak ve çökeni tabu olarak nitelemek bana pek doğru gelmiyor. Şöyle durumlar da oluşmuştur. Ortada ne baskı vardır ne de başka bir çevresel faktör, ama paradigma yanlış istikamette gelişmiştir. Nedeni de kullanılan araçlardır. Örneğin; bir cismin hızı ile ivmesinin aynı anda belirlenmesi konusu. Bu yöntemlerle ilgili paralaks hatalarını dönem dönem hep yaşıyoruz, günümüzde bile.

Günümüzde bilimle ilgili sorunları elbette bilime ve bilim insanlarına yükleyeceğiz. Aksi takdirde hedef hep karavana olur. Paradigma geliştirmek bilimin işidir, bunu doğru yada yanlış yapar. Yanlış yapınca sokaktaki adama atfetmenin bir anlamı yoktur.

Bilimi bilim yapan araçları ve yöntemleri tartışıyoruz. Ve ben bu yöntemlere kayıtsız şartsız bağlı olmanın yanlışlığına dikkat çekmeye çalışıyorum. Yanlış anlaşılmasın bu sizinle yada bir başkasıyla ilgili bir niteleme değil.

Varolan yöntemler aksi ispatlanana kadar geçerlidir, bilimsel işler yapan biriyseniz bunu unutmamanızda ve öngörülerinize (ambiyane tabiriyle) bağlanmamanızda fayda olduğunu düşünüyorum...

Felsefe derslerinde hep vurgulandığı gibi "Canlı ve hareketli bir yığın"ı konuşuyoruz :)
0
sefalet
"Paradigmaların varoluşu ve yokoluşu konusunda söylediklerinize katılmıyorum : Paradigma bilim tarafından oluşturulur, bilim dönem dönem baskı altında ise yanlış paradigmalar oluşur. Paradigmayı bilimden ayırmak ve çökeni tabu olarak nitelemek bana pek doğru gelmiyor."

Bence paradigmayı oluşturan insan ve onun yaşadığı toplumsal sistem ile bilimin bizzat kendisini karıştırıyorsunuz.Bilimin işi açıklama yapmaktır, kendimiz ve evren hakkında.Bilim paradigma yapmaz, insan yapar.Bilim yapan insanın siyasi ve toplumsal bir varlık olarak paradigma üretmesi bilime mal edilemez.Bizzat bilimin kendisi kalıplaşmayı ve bazı şeylerin değişmezliğine karşı gelir.Bilimin özü budur.Bilim çalışan insanın, bilimin ve bilimsel yaklaşımın dışına taşması bilimin kendisine yüklenebilir mi?

"Paradigmayı bilimden ayırmak ve çökeni tabu olarak nitelemek bana pek doğru gelmiyor."

Açıkcası çöken paradigmayı tabu olarak nitelemiyorum.Aslında paradigmayıda önemsemiyorum.Benim için önemli olan bilimsel veridir.Eldeki verilerin nasıl elde edildiği, ne olduğu ve benim bu verileri tutarlı bir şekilde yorumlayabilmemdir önemli olan.

"Varolan yöntemler aksi ispatlanana kadar geçerlidir..."

Katılıyorum ama yalnız aksi ispatlana kadar değil ayrıca işlev gördüğü sürece yani devamlı onay aldıkları sürece geçerlidirler.Yalnız olumsuzlanmamış olmak yeterli olmaz.Bu bakımdan bilimin ne olduğunu ve sınırlarını belirlememizi sağlayan araçların çok önemli sorunlara yol açtığını ortaya koyacak verilerden ben haberdar değilim.

Demek istemiyorum ki bilimsel hata yoktur, veya bilim sütten çıkan ak kaşıktır.Ama tartıştığımız konuda sorunun adını iyi koymakta fayda var.
0
darkhunter
Bence paradigmayı oluşturan insan ve onun yaşadığı toplumsal sistem ile bilimin bizzat kendisini karıştırıyorsunuz.Bilimin işi açıklama yapmaktır, kendimiz ve evren hakkında.Bilim paradigma yapmaz, insan yapar.Bilim yapan insanın siyasi ve toplumsal bir varlık olarak paradigma üretmesi bilime mal edilemez.Bizzat bilimin kendisi kalıplaşmayı ve bazı şeylerin değişmezliğine karşı gelir.Bilimin özü budur.Bilim çalışan insanın, bilimin ve bilimsel yaklaşımın dışına taşması bilimin kendisine yüklenebilir mi?

Katılmıyorum, Thomas Khun paradigmayı tanımlarken sınırlarını sert çizmiştir :


...Yönlendirdiği bilim dalında, araştırmanın kurallarını ve standartlarını koyan, bu alanda çalışan bilim adamlarının problem çözme çabasını koordine eden ve yöneten teori, teorik çerçeve.

...Bu çerçeve içinde, paradigma, genel teorik varsayım ve yasalarla, bu yasaların uygulanmaları için, belirli bir bilim topluluğunun üyeleri tarafından benimsenen yöntem ve tekniklerden meydana gelir. Başka bir deyişle, paradigma, bilim adamının dış dünyaya bakışını belirleyen, yönlendirdiği bilim dalındaki araştırma faliyetinin standartlarını koyan bir teoridir. Bu paradigma, Newton mekaniği, dalga optiği, analitik kimya, klasik elektromanyetizm, Kopernik'in güneş merkezli sistemi ya da başka herhangi bir teori olabilir.
  • T. Khun, Bilimsel Devrimlerin Yapısı(çev. N. Kuyaş), 3. baskı, Istanbul, 1991
  • Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, 4. baskı, Istanbul, 2000


Bilimin bizzat kendisi paradigma ile şekillenir ve paradigma üretir. Bunu bilimden ayırıp, artık bir faliyet alanı olarak tanımlamamak gerekir. Tabuları paradigmalar değil, insanlar koyar ve kaldırır. Bu noktayı karıştırıyorsunuz. Paradigma kontrol ve yönetim işlevini üstlenen bir "araç" teorisidir. Üst düzey bilimsel bir faliyet demekte pek yanlış olmaz herhalde. En azından bilim felsefesi böyle niteliyor.

Bilim insanının, bilimin dışına taşması yine bilim insanının ve bilimin konusudur, bu yüzden bilime yüklenir.
0
sefalet
Kuhn'un paradigma tanımını baştan verseydiniz paradigmadan kastınızı daha iyi anlardım.Ama ben baştan beri başlığın geçtiği yazıda da kullanıldığı üzere paradigmanın siyasi ve toplumsal yönünü ön planda kullanıyorum.

Sizin yazılarınızda benim bu yönde anlamama neden olacak ayrıntılarda bulunmakta.Çünkü dünyanın yuvarlak olduğunun kabulü en büyük etkisini siyasi ve toplumsal alanda yapmıştır.Zamanın bilim paradigmasını devrimsel bir şekilde değiştirmiş değildi.Etkinin nereye yapıldığı burada önemli bir nokta.Aslına bakarsanız bilim tarihinde saydığınız bilimsel gelişmeler de dahil (newton fiziği belki ayrı ele alınabilir) çok büyük paradigma değişimleri görmek zordur.Burada özellikle Kuhn'un verdiğiniz paradigma tanımını hesaba katarak söylüyorum.Hatta büyük bilimsel devrimlerden sayılan Einstein'in fiziğe getirdiği yeni yaklaşımların dahi bilime yeni paradigma giydirmesi gibi bir sonuç yaşanmamıştır.(tanımda belirttiğiniz paradigma kavramı yani bilime genel kuramsal çerçeve içinde bakışı kastediyorum)

Tekrar önemle vurgulamak isterim, paradigmayı bilimin yöntemleri ve işleyişine dair bir bütün olarak görsek dahi büyük değişimlerin paradigmanın sosyal boyutunda en etkili şekilde geliştiğini anlamak gerekmektedir.Tabii pek katıldığım söylenemez bu paradigma tanımına yada o tanımdan yola çıkarak dile getirdiğiniz yaklaşıma ama öyle dahi olsa bilim tarihine baktığımızda asıl gelişmenin ve köklü değişimlerin hangi alanda olduğu açık diye düşünüyorum.

Antik çağdan beri bilimde kullanılan mantık biçimleri ve bilimsel veriye yaklaşımda ne kadar ilerlendiği ortada.Bilimin yöntembilgisel ve felsefi alt yapısının tarihine baktığımızda, geçen zaman boyunca çok büyük sıçramalara rastlamazsınız.Sırf bu yönden bakmak bile paradigma konusunda büyük değişimlerin hangi açıdan olduğunu görmemizi kolaylaştırır.Verdiğiniz paradigma tanımı o kadar herşeyi içine alıyorki bilimin en yavaş değişen ana iskeletinin bile köklü değişimler geçirdiği yanılgısına düşebiliriz.
0
FZ
Kuhn, meşhur eserinde, "paradigma" lafını yanılmıyorsam 20 farklı anlamda kullanmıştır. Ziyadesi ile kafaları karıştırıp tartışmalara yol açmıştır.

Gördüğüm kadarı ile yine kavram karmaşası dolmuş taşmış, bilim, paradigma, "araç" teorisi, "üst düzey bilimsel faaliyet", bilim felsefesi, "bilimcinin bilim dışına taşması (?) bilimin konusudur", vs. (pekiyi o zaman bilim felsefesinin konusu nedir, vs.?). Ya da "bilim paradigma yapmaz, insan yapar" (bilim bir şeyler yapan bir "özne" filan mı?)
0
darkhunter
Kuhn'un kavramın yaratıcısı olmasından ötürü farklı kapsamlara sokmak istemesini anlayabiliyorum. Gerçi üstte verdiğim kaynakça daki tercümede ben böyle birşey göremedim. "20 farklı anlamda" kullandığını sanmıyorum, herhalde kavramı genişletmeyi amaçlayıp her derde deva olsun diye uğraşmış adamcağız... Ama nafile...

"bilimcinin bilim dışına taşması" ve "paradigmayı bilimin değilde insanın ortaya koyduğu" ile ilgili soruları muhattabına soralım.

Araç/Yöntem teorilerini bilim tarihi/felsefesi v.s. kaynaklardan okumak mümkün.

Üst düzey bilimsel faliyet derken piramidin üstündeki (idea lar evrenine yakınlık açısından) bir faliyet demek istemiştim. Kafaları/kavramları karıştırmak istemedim :)
Görüş belirtmek için giriş yapın...

İlgili Yazılar

Güney Kore’de Bilim Skandalı

Zebani

Kopyalama yoluyla insana ait kök hücre elde ettiğini açıklayan G. Koreli bilim adamı Hwang Woo-suk'un çalışmasının sahtekarlık içerdiği anlaşıldı.

Bir bilimcinin hırsı nelere yol açabiliyor. Bir bilimci böyle büyük bir yalanın farkedilmeyeceğini nasıl düşünür?

Bu yalanın farkedilmemesi çok daha ilginç olurdu herhalde. (Tabii biz bu ilginçliğin farkında olamazdık.)

Düşünsenize Newton yapsaydı aynı sahtekarlığı... :)

Bilim Teknik´den haberler -2- Karanlıkta Aydınlık Klavye

parsifal

Bilgisayar başında otururken ışık en fazla klavye için gereklidir. IBM laptoplarında bunu ekranın üstüne bir ışık kaynağı koyarak çözmeye çalışmıştır.
Masaüstü bilgisayarlar içinde pek çok çözüm sunulmakta...
Sundance'de bu çözümlere kendi alternatifini oluşturmak için devamlı çalışıyor.
Kensington bu soruna karşı bir ürün geliştirdi. Flylight adı verilen ördek boyunlu led lamba, bilgisayarın USB girişine bağlandığı anda klavyenin üzerine yeterli miktarda ışık düşürüyor.
Fiyatı mı? Sadece 20 USD.
Bu durumda Sundance'ye desteğimiz sonuna kadar devam ediyor...

Atom Işınlandı (Kuantum Teleportasyon)

FZ

Laser kullanan iki bilimadamı ekibi bir atom ışınlamayı başardı.

California Institute of Technology´de çalışan Dr Jeff Kimble´ın Nature dergisindeki makalesine göre Boulder, ABD´deki National Institute of Standards and Technology merkezindeki ekip ile Innsbruck, Avusturya´daki Inssbruck Üniversitesi´ndeki ekip 1993 yılında IBM´de çalışan Charles Bennett´in önerdiği bir yönteme dayanarak ışınlama işini gerçekleştirdiler.

Söz konusu gelişme tüm farklı kombinasyonları aynı anda deneyebilecek kuantum bilgisayarlarının geliştirilmesinde kullanılacak.

Teleportasyon kullanabilen bir kuantum bilgisayarı şu anda bildiğimizden çok çok çok daha yüksek hızlarda bir veriyi bir yerden diğerine aktarabilecek.

Kaynak: http://www.theinquirer.net/?article=16620

GRID Projesi: Büyük Hesap Makinesi!

RoR

Kasım ayında devreye alınacak büyük hadron çarpıştırıcısının (LHC)'nin verilerini işleyecek GRID projesi nedir?

Avrupa GRID projesine ülkemiz de dahil ancak gündeme pek yansımamakta.

Aşağıda 2. Ulusal GRID Çalıştayında Prof. Dr. Gülsen Önengüt'ün (Çukurova Üniversitesi) sunduğu LHC ve GRID ilişkisini anlatan sunuma ve 'grid' bilgi işlem hakkındaki kısa videoya erişebilirsiniz

Cumhurbaşkanı Bir Matematik Sorusuna Takılırsa...

FZ

Piref. H. Ökkeş'in Cumhuriyet Bilim Teknik ekinin 8 Ocak 2005 tarihli yazısından:

Çok garip: Matematik Dünyası adlı derginin 2004-III sayısı da çıkmış. Nasıl oluyor da halen çıkabiliyor bu dergi, anlamak mümkün değil. Üstelik satışı 10 bin dolayında (Bir önceki sayı 9 bin satmış). Ben batar derken, dergi sürekli yükselen bir grafik çiziyor. Sadece Türkiye'nin değil, dünyanın sarsılması gerek bu başarı karşısında.

Dergiyi çıkaranların aklı fikri başka çalışıyor. Ne üniversite piyango sınavlarını, ne lise müfredatını, ne okullardaki kötü eğitimi umursuyorlar. Ne manken ne de şarkıcı resmi var dergide. Umut satmıyorlar, falcılık yapmıyorlar. Kimseyi de korkutmuyorlar. Dergiyi çıkaranlar matematiğe su katmadan, sulandırmadan yapıyorlar, yapacaklarını. Yazarlar farkında değiller ama dergiyi sulandıran tek bir köşe var: O da bana ait, son sayfadaki "Konik" köşe! Herhalde okurlar o sayfaya bir türlü gelemiyorlar. Çünkü oku oku bitmiyor dergi. Matematik Dünyası'nı 6 ay sonra da açıp okuyabilir insan, 60 yıl sonra da. Kızlar artık çeyizlerine koyuyorlarmış bu dergiyi. Erkekler ceplerinde dergiyle dolaşınca şansları açılıyormuş.

Şimdi herkesi daha da şaşırtacak bir olaydan söz etmek istiyorum.